Hakkımda

Fotoğrafım
Merhaba! Ben "Tesadüfler Kraliçesi"...Hayatta bir cok seyin tesadüf olduguna inanıyorum. Tesadüfen tanıştığım ve sevdigim insanların hayatımda varlıklarını sürdürmeleri benim için çok önemli...Tesadüfen sevdiklerimle, "merak" duygumun bir sonucu olarak, üzerine düşündüğüm seyleri paylasmayı da seviyorum... Bu blogu okuyorsanız, muhtemelen tesadüfen tanıştıgım ve sevdiğim bir insansınız...

24 Ekim 2013 Perşembe

Hayatımın Paragrafı


2 Mayıs 2012'de yazdığım bir yazının son paragrafı. Keşke hepsini paylaşabilsem ama çok özel bir yazı... Her okuduğumda içim bir tuhaf oluyor.

....


Bir insanı sevmek, kendinin ve onun derinlerindeki kırık dökük hazine parçalarını bulup, birleştirebilmektir… Bir insanı sevmek onun suretinde kendini bulabilmektir, bulduğunda sevmediğin şeylerle karşılaştığında kendine dönebilmektir, önce kendini değiştirmektir. Bir insanı sevmek giysilerin örttüğü ten suretini keşfetmek kadar, giysilerin örtemediği ruhunu da derinlikleriyle anlamaktır…
Ve…
“ Bir insani sevmek, onun zihninde bir türlü huzura erememis, tüm hikayeleri raflarindan çikartip, tek tek temize çekmek demektir…

Tesadüfler Kraliçesi

29 Eylül 2013 Pazar

Günün Paragrafı

" Ortaçağ' ın bir insanı bizim bugünkü yaşam üslubumuzu bambaşka açıdan değerlendirir, tümüyle acımasız, dehşet verici ve barbarca görüp aşağılardı! her çağ, her uygarlık, her gelenek ve görenek kendine özgü bir üslubu içerir, kedisine yaraşır incelikleri ve sertlikleri, güzellikleri ve acımasızlıkları barındırır kendisinde, kimi acıları pek doğal karşılar, kimi kötülükleri sabırla sineye çeker. ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir cehenneme dönüşür. Ortaçağ' da yaşayacak antik dünyanın insanı havasızlıktan içler acısı bir şekilde boğulup giderdi, bizim uygarlık ortamında bir ilkelin havasızlıktan boğulup gideceği gibi tıpkı. Öyle çağlar vardır ki, bütün bir kuşağın insanları iki çağ, iki ayrı yaşam üslubu arasında sıkışıp kalır, her türlü doğallık, her türlü gelenek ve görenek, her türlü korunmuşluk ve suçsuzluk duygusu çıkıp gider elden. Kuşkusuz herkes bunun aynı ölçüde ayrımına varamaz... "

Hermann Hesse

30 Mayıs 2013 Perşembe

9 Mayıs 2013 Perşembe

"Gelinlik, Düğün, Balayı" Üçlemesi

Designer gelinlikler, ağır protokollü düğün organizasyonları ve Maldivler’de balayı…

Başım döndü, aklım karıştı son zamanlarda birçok arkadaşımın ne yaptığını anlamaya çalışırken. Bence onlar da sorgulayamadan, kendilerini bir furyanın içinde buldular ve inanıyorum ki yaptıkları veya yapılmasını talep ettikleri birçok şeyi bundan 20-30 sene sonra “anlamsız” bulacaklar. Hangi ara bir takım küçük sembolleri olan anlamlı olguların içi bu derece boşaltıldı; olgular küçüldü, semboller büyüdü ben kaçırdım…

Ağır protokollü düğünler…

“Düğün” kavramı bence, iki kişinin kendilerini gelecekte bir diğeri ile düşününce, mutlu tahayyül ediyor olmalarının, bu iki kişi arasındaki bir sır olmaktan çıkıp hayatlarındaki diğer sevdikleriyle paylaşılması ve bu mutlu tahayyül edilen geleceğin hep birlikte kutlanması demek… Yani kısaca kutlama! Kutlamak için fiyonklarla süslenmiş sandalyelere, Beyaz Saray yemeği şeklinde donatılmış masalara ve tüm o abartıya gerek var mı bilemiyorum. Beyaz Saray yemeğini andıran masaların etrafında, Damat Halayı çekmek komik oluyor :)

Kutlamanın dışında düğünün bir diğer özelliği de elbette takı takılması herhalde. Benim teorim şu: ev kurmak eskiden, (keza bence şimdi de) oldukça masraflı bir şey olduğundan ve genç insanların bu kadar bütçesi olmadığından, insanlar birbirlerine düğünlerinde altın getirirlermiş ki, genç çiftin ihtiyaçlarının bir kısmı karşılansın, bir aksilik olması durumunda kenarda köşede 3-5 kuruş bir şeyleri olsun diye. Eş dost aslında, gençlerin kutladıkları, mutlu olmasını tahayyül ettikleri o geleceğe kendi kararlarınca maddi olarak destek veriyorlar bence… Şimdi insanlar bu kallavi düğün organizasyonları için o kadar para dökünce, eş dost tam olarak neye destek veriyor o da ziyadesiyle anlamsızlaşıyor!  Düğün yemeğinin maliyetinin çağrılan davetlilerin takı tutarından daha az olması gerektiği gibi bir gerçekle karşılaşıyoruz ki, bu olayı iyice manasızlaştırıyor…

Designer gelinlikler…

Aslında batılılaşmamızın başlamasıyla beyaz gelinlik bizim kültürümüzde de yaygın hale gelmiş ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde iyice popülerleşmiş. Fakat bizim kültürümüzde evvelden, genç kızların gösterişli giyinmesi ayıp sayıldığından ve sadece evlilerin süslü olmaya hakkı olduğundan, “gelinlik” süslü giyinmeye atılan bir adımmış ve bildiğim kadarıyla beyaz değilmiş.  Batıda Orta Çağ’da, gelinliğin gösterişi sosyal statüyü simgelermiş; gelinlik ne kadar süslü, parlak, kabarık olursa, o kadar üst sınıfa mensup olunduğunu gösterirmiş. Kısaca oradan buradan merak edip okuduğum ve aklımda kalanlar bunlar…

Soruyorum çok para döküp designer gelinlik alan arkadaşlarıma: sosyal statünüzü Batılıların Orta Çağ’da yaptıkları gibi mi göstermeye çalışıyorsunuz, ellerinizdeki iPhone 4’lerle? :) Zaten hepiniz çok güzelsiniz, rahat edeceğiniz, kutlamanızda keyifle hoplayıp zıplayacağınız bir tercih, inanın o “an”ın ruhuna çok daha fazla hitap ederdi…

Maldivler’de balayı…

Maldivler’i çok merak ediyordum aslında; küresel ısınmayla ve su seviyelerinin artmasıyla yok olacak adalardan birisi olduğundan, “kaybolmadan bir görsem” diyordum ama sanırım vazgeçiyorum. Zira Maldivler'e gidersem, gizlice evlendiğim düşünülebilir. :)

Bu insanlar Boğaz kenarında kallavi düğün yapıp, Maldivler’e balayına gidiyorlarsa, benim vereceğim çeyrek altına ihtiyaçları ne kadar olabilir ki? Ruhsuz bir edayla takılan bir çeyrek daha…

Gidin sevdiğinizle güzel bir tatil yapın işte, dinlenin, birlikte güzel hayaller kurun. Varsın gerçek olmasın ama hayal kurun… Birlikte güzel hayaller kurun! İlla tatile çıkmanıza da gerek yok, bir yerde birlikte hayal kurun ve adını “balayı” koyun…

Birlikte hayaller kurabilmek için evlenmediniz mi yoksa? 


Tesadüfler Kraliçesi

17 Nisan 2013 Çarşamba

Küçük bir Hayal

Bir talepte bulunduğunuzda cevap ne olursa olsun yanında huzurlu olduğunuz insanlar vardır ya, işte büyüdükçe öyle bir insan olabilmeyi hayal ediyorum...

Tesadüfler Kraliçesi

9 Nisan 2013 Salı

Özgür İrade ve Kabullenicilik birlikte yapabilir mi?

Pozitif bilimler öngörülebilirlikten bahseder, istatistiki trendler bu bağlamda candır. Ekonomi olsun, tıp olsun, mühendislik olsun hepsinde, istatistik insanların öngörme isteğine hizmet eder.  Elimizde yeteri kadar data varsa, bir trend oluşturabilir ve geleceğin kabaca nasıl olacağını öngörebiliriz. Eğer “insan”ın geleceği tahmin edebilme dürtüsü evriminin bir parçası ise, istatistiğin çıkış noktası da bu dürtüyü tatmin etmek olabilir. Bilemiyorum, istatistik tarihi araştırması yapmak gerekebilir bu soruya yanıt bulabilmek için.

Teoride “öngörülebilirlik”in getirdiği GELECEĞİ TAHMİN ETMEK mümkün olsa da, gerçek hayatta bu çok da mümkün değil anladığım kadarıyla…

Uhrevi tarafa veya sosyal cepheye yüzümüzü çevirince ise, “öngörülemezlik” ile karşı karşıya kalırız. Yaşamın öngörülemezlik üzerine inşa edilmesi gerektiği vurgulanır. Hayatta her an, her şey olabilir ve biz insanlar kontrolü elden bırakmalıyız, kabullenici olmalıyız, tevekkül etmeliyiz ki huzursuz bir ruh olmayalım. Gelecegi istesek de öngöremeyiz, planlar yapmamalıyız, yaşamımızı değişkenlik üzerine kurgulamalıyız…

Teoride  “öngörülemezliğin” getirdiği KABULLENİCİLİK mümkün olsa da, gerçek hayatta bu çok da mümkün değil anladığım kadarıyla…


Ne o çok sevdiğim istatistiğin bana öğrettiği kadar ileride neler olabileceğini tahmin edebilmek istiyorum, ne de o çok sevdiğim spiritüelliğin bana öğütlediği kadar pasif bir kabullenici olmak…

Ne sizi tahmin edebilmek adına üzerinize görünmez bir baskı uygulamak istiyorum, ne de sizden o derece hiçbir şey beklemeyerek de kendi üzerime sizin bir görünmez baskı uygulamanızı istiyorum…

Ne sizi öngörmeye çalışıp yaratmaya çalıştığınız “gizemi”  zedelemek istiyorum, ne de "hiç bir zaman öngörülemeyecek kadar gizemli” olduğunuzu bana zorla kabul ettirmenizi istiyorum…

Sadece neyin öngörülemez olduğunu bulmaya çalışıyorum ki,  “kabulleniciliğim” benim özgür irademin bir sonucu olabilsin… 

Tesadüfler Kraliçesi

4 Nisan 2013 Perşembe

Ölünce Özleyeceklerim

İş yerinde ölümsüzlüğü tartışıyoruz, insanoğlunun giderek ölümsüzlük yolunda ilerlediği gerçeği… Moore kanunu yardımıyla, 2020’de kişisel bilgisayarların insan beyni kapasitesine ulaşacağı hesaplanmış. Genetik, nanoteknoloji, robotik gibi alanlardaki hızlı değişimin, şu anda toplumda hissedilmeyen ama “biyolojik insan” tanımı gibi bu yüzyılın çok temel bazı kavramlarını değiştireceği ve “ölüm” kavramını insanın değiştireceği ön görülüyormuş.

Sıra bana geliyor, fikrim soruluyor… “Ölmeliyiz” diyorum, “ama teknolojiye karşı olduğumdan değil, görüşlerimin değişmez olmasından veya dindar olduğumdan da değil! Ölmeliyiz çünkü o zaman doğum’un bir manası kalmaz. Ölmeliyiz çünkü dünyada çok insan var ki dünyanın onlara sunduğu adaletsiz şartlar karşısında korudukları ‘ahlaklı’ tavırlarının, ‘öteki’ dünyada mükafatlandırılacağına inanıyorlar.” Bence ölmeliyiz, evet…

Ölünce çok özleyeceklerim var aslında ama evet yine de ölmeliyiz…

Annem – Babam
Arkadaşlarım
Gereksiz de olsa bir şey öğrenmek
Birine bir şey öğretmek
Sevdiğime sarılıp uyumak
Okul
Yeşil erik
Peynir
Kahkaha atmak
Birilerini güldürmek
Müzik dinleyerek yürüyüş yapmak
Sevdiklerimle tatil yapmak
Bodrum, Ormancılar sitesi
Hayal kurmak
Sevdiğimin ne olursa olsun yanımda olacağına inanmak
Ona güvenmek
Yemek yapmak
Misafir ağırlamak
Londra
İlkbahar
Yaz
Bira
Deniz
İlginç yerler görmek
Sadece kendim için değil, birileri için de yaşayabiliyor olmak
Dans etmek, bazen evde kendi kendime J
Sevmek
Sevilmek ya da sevildiğimi farz edebilmek

Bugün to-do listemdeki maddeler yerine, ölünce özleyeceklerimi düşündüm. Ölünce bunları özleyeceksem, yaşarken böyle bir listemin olmasını ve bana arada kendimi hatırlatmasını istedim ben de…

İnsan bazen curcuna içerisinde kendini unutabiliyor, şaşırabiliyor yolunu birilerinin veya bir şeylerin etkisinde kalıp. Bizi kendimize hatırlatacak listelere ihtiyacımız olabilir arada.

Bu da öyle bir liste işte, kafam karıştığında bana birazcık yardım edebilsin diye…

Tesadüfler Kraliçesi

20 Ocak 2013 Pazar

İpekböceği Özgürlük Modeli

Bugün Gündüz Vassaf’ın “Özgürlük nedir?” başlıklı bir köşe yazısı vardı, onu okudum. Sonra da Yıldız Silier’in Oburluk Çağı kitabında özgürlükle ilgili çok sevdiğim bir kısım* vardı, onu okudum tekrar. Bir çoğumuz özgürlük hakkında ahkam kesiyoruz sürekli ama acaba kendi özgürlük tanımımız üzerine oturup ne kadar kafa yoruyoruz?

Etrafımda özgürlük kavramıyla bir “dava”sı olanlara baktığımda, genelde hep huzursuz ruhlar olduklarını görüyorum. Yani iç huzuru olan ve kendi halleriyle memnun olanların genelde özgürlükle ilgili bir davası olmuyor.  Huzursuz ruhlar, beslenmesi zor olan ruhlar, doymak bilmeyen ruhlar oluyorlar, hep eksik bir şeyler buluyorlar. Bir şeye ihtiyaç duyuyorlar, sonra onu alınca yine eksik başka bir şey kalıyor.. Ve bu böyle devam ediyor... Ve sanki bu huzursuz ruhlar aradıkları şeyin adını “özgürlük” koyunca, doyuramadıkları ruhları ve hep eksik kalan o bir tarafları meşrulaşıyor! Zira özgürlük duygusu genellikle tanım itibariyle zaten hiç bir zaman tamamlanamayacak bir duygu haline geldi...  Dolayısıyla huzursuz olmaları için geçerli sebepleri oluyor, huzursuz ruhların. Onlar özgürlüğün peşindeler, alışınca bir şeyi bırakıp gidebilme özgürlüğünün peşindeler, alışkanlıkları reddetme peşindeler, eksik olan taraflarının zaten hiç bir zaman tamamlanamayacak bir şeyle doldur(ama)maya çalıştıklarından, huzursuzluklarını aslında haklılaştırma peşindeler... Ve bence Halil Cibran çok haklı : “ne zaman ki özgürlüğü arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı keserseniz, işte ancak o zaman özgür olabilirsiniz...”

Gündüz Vassaf yazısında özgürlüğün zıt anlamlısının "alışkanlık" oldugunu söylemiş.Özgürlük bu kadar iyi bir şeyse, ki elbette öyle, zıt anlamlısı da o kadar kötü olmalı, di mi? Alışkanlık sahiden de bu kadar kötü bir şey mi? Alışma duygusu olmasaydı, insan acaba hayatta kalabilir miydi? Alışma duygusu olmasaydı insan sevdiklerinin kaybını nasıl normalleştirebilirdi? Alışma duygusu olmasaydı insan “değişim”e nasıl ayak uydurabilirdi? Alışma duygusu olmasaydı zaman nasıl “ilaç” olabilirdi? Alışma, bence iyi veya kötü bütün duygu dalgalanmalarını normal seyrine indirgeyen ve aslında insanın iç huzuru için  elzem olan, gayet aslında faydalı tarafları da bulunan bir şey. Bu derece negatif bir şeymiş gibi lanse edilmesi de beni oldukça rahatsız etmeye başladı. İnsanın hem kendi kendine ve hem de etrafındaki insanlara huzur verebilmesi, kendisini sürekli bir “savaşçı” gibi görmemesi için, “alışkanlık” ile barışabilmesi gerekli bence.. Ve bence alışkanlık kati-iyen benim özgürlük tanımımın zıt anlamlısı olamaz!

Benim tanımıma gelince... Şimdiye kadar denk geldiklerim arasından en çok Yıldız Silier’in yazdığını kendimle bağdaştırdım ve bu benim de tanımım olmalı dedim; ipekböceği özgürlük modeli!  

“Hayat, kendi halinde bir insanın kendini kaybetmeden arkasında küçük de olsa bir iz bırakma mücadelesi” ise, ben ipekböcekleriyle aynı özgürlük tanımını benimsemek istiyorum, huzursuz ruhların tatminsizliğinin içinde saklandığı parlak, renkli paket olan özgürlük tanımını değil....


* Yıldız Silier’in “Oburluk Çağı” kitabından en sevdiğim kısım:

Yeni renkler peşinde, rüzgârın estiği yöne doğru sürüklenen (kolayca manipüle edilebilen, baştan çıkartılabilen) bir kelebeğe benzeyen hazcı birey ile tutkuyla bağlandığı bir idealin etrafında dönüp durarak kozasını ören ipekböceğine benzeyen etik birey arasındaki ayrım, günümüzde ne olduğumuza ve ne yaparsak hayatımızı daha anlamlı kılabileceğimize dair ipuçları barındırıyor. Oysa dışarıdan baktığımızda, çiçekten çiçeğe tasasızca uçan bir kelebek bize özgürlüğü çağrıştırıyor; kendisini kozasının içine hapseden ipekböceğinin ise özenecek bir yanı yokmuş gibi geliyor. Kelebek sadece şimdiyi yaşarken, ipekböceğinin şimdisini, gelecekte ne olacağı belirliyor.

 Kelebeği daha özgür olarak görmemizin altında özgürlüğü sonsuzlukla ve sınırsızlıkla ilişkilendirmemiz yatıyor olabilir. Halbuki, matematikte değişik sonsuzlukla arasında yapılan ayrıma göz attığımızda, sağduyuya ters gelen, çok şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşırız. Cantor’un çapraz ispatına göre, mesela 0 ve 1 arasındaki bütün noktaları belirten reel sayıların kümesi (sınırlı bir sonsuzluk), tüm tam sayıların kümesinden (sınırsız bir sonsuzluk) daha büyüktür. Bu sonuçtan çıkarak özgürlüğün anlamına dair farklı bir sezgi geliştirebiliriz. Hazcı/obur birey, acıdan kaçar ve zevk peşinde koşar; oysa hayatta sonsuz sayıda acı ve zevk olduğu için, hiçbir zaman “tam” hale gelemez. Oysa, kendi sınırlarını belirleyebilen birey, bu sınırlı alanda sonsuzu yakalayabilir. Örneğin kendine uygun yeteneklerini kullanabileceği bir mesleğe sahipse, her gün “aynı” işi yaparken bile kendini gerçekleştirebilir. Değerini bildiği, özen gösterdiği, kafa dengi birkaç arkadaşı olan birinin, internette bişr sosyal paylaşım ağında 1000 “arkadaşı” olan birine göre çok daha sahici ve dingin olması gibi. Çağımızda her şeyin daha fazlasının, daha büyüğünün, daha gösterişlisinin daha iyi olduğuna şartlandırılmışken, sadeliğin, az ve özün değerini bilmek, kendiyle barışık olmak, dış motivasyonlara muhtaç olmadan kendini motive edebilmek gibi hasletler, kısaca kendi sınırlarının farkına varıp, bütünselliğe ulaşmak gitgide zorlaşıyor. Acaba özgürlüğü, her istediğini sınırsızca yapabilmek olarak algılamamız, çağın ruhunu (şişirilmiş, botokslanmış egoların ya da narsizmin yükselişini) yansıtıyor olamaz mı?

(Narsizm ‘ısrar’ (ki vazgeçmenin reddidir) ve ‘ifrat’tan beslenir. Vazgeçebilmek ve yetinebilmek (‘Yeter’i bilirsen ‘kendine yeterli olursun!’) insan oglunun mutluluğu için elzemdir.)

Tesadüfler Kraliçesi


16 Ocak 2013 Çarşamba

Geleneksel mi, yenilikçi mi?

Hacı ninem küçükken “gezerken yere, ayak sesi duyurmadan basılmalıdır; çünkü yerin de canı vardır ve bizi başının üstünde taşımaktadır” demişti bir kere… Küçükken, aklım ermezken çok etkilenmiş olmalıyım ki bir süre masaya tabak koyarken bile “acaba masanın da duyguları var mıdır?”, diye düşünüp tabakları hızlıca çarpmamaya özen gösterdiğimi çok net hatırlıyorum.  Halbuki dünyanın en yaramaz çocuklarından da biriymişim. Yetişkinler yaramaz cocukları hakir görür ya hep, edepsiz bulurlar. Keza ben de Edirne’de ev gezmelerinde istenmeyen cocuk oldugumdan, annem bir süre cok üzülmüş. Çünkü kendisine açık açık “Burcu’da bir sıkıntı var cok hareketli” denmiş, annem de bunun kendisine bir mesaj oldugunu düşünüp kendini mümkün oldugunca ben biraz daha büyüyene kadar geri çekmiş. Hem o kadar yaramaz olup, hem de masanın da duyguları var mıdır diye düşünmek biraz tuhaf tabii... Taa o zamanlardan belliymiş hala içimde var olan tezatlar; 

Yenilikçi miyim, yoksa geleneksel mi?


Bir yandan mümkün oldugunca özgürlükçü, yenilikçi olmaya çalışırken, aynı şeylere saplanıp kalmamaya özen gösterirken, geleneksellikten de içten içe tümüyle vazgeçemiyorum.  Tamamen rasyonel veya nesnel mi olmalıdır insan gelenekselliği köşeye bırakarak, yoksa o zıtlığı da bir miktar dengelemek mi gerekir, bilemiyorum. Bana, zaten oldukça köksüz, bir orada bir burada yetiştiğimden ötürü sanırım bazı geleneksel öğelerin benimsenmesi güven veriyor. Çünkü insanlarla ilgili bazı kodlardan, olurlardan veya olmazlardan, yola çıkarak tahminde bulunursunuz. Davranışlarıyla ilgili tahminde bulunabildiğiniz insanlar ise size güven verir aslında. İşte tam da bu kadar tahmin edememe ve “her an her sey olabilir, herkesten her sey beklenir, hazırlıklı olmak lazım” mantalitesi sebebiyle modern insan şehirde kimsenin davranışını tahmin edemez oldu. Tahmin edemeyince, kendini garantiye almak adına güvenmemeyi tercih etti… “Güven” duygusunu tahmin edilebilirliği fazla olan metalarda aramaya başladı belki de, insanlarda, insanlarla olan ilişkilerinde değil. İnsanların huzursuzluğu belki de biraz bununla da bağlantılıdır, bilemiyorum… 

Belki bu ortamda, bu kadar herkesin her şeyi yapma potansiyeli olduğunun düşünüldüğü ve insanların her hangi bir etik değer tanımaksızın her seyi yapabilmeye muktedir olduğu bu ortamda, iç huzursuzluklarını gidermek için modern insan, “güvenlik ihtiyacı duygusunu” en aza indirmeye odakli uzak doğu felsefesine sardı; çıkışı orada buldu belkide, kim bilir?

Aslında,  kapıdan dışarıya çıkılırken insanların arkalarını dönmeyeceklerinden emin olmak çok da kötü bir şey olmayabilir. Ve küçük yerlerde kapı önünde ayakkabıların dışarıya değil, aslında içeriye doğru çevrilmesi gerektiğinin düşünülmesi... Ve yine bu küçük yerlerde ayakkabıların dışarıya dönük olmasının, “git, bir daha gelme” demek olacağının bilinmesi ve misafire “yine gelin, bekleriz” demek adına ayakkabıların içeriye doğru çevirilmesi ne kadar hoş bir geleneksel nezakettir…  

Geri geleceğinin sözünü vermek adına, evden arkanı çevirerek değil de, yüzün içeriye doğru dönük ayrılmak, aslında ne kadar da manalıdır…

Tesadüfler Kraliçesi