Hakkımda

Fotoğrafım
Merhaba! Ben "Tesadüfler Kraliçesi"...Hayatta bir cok seyin tesadüf olduguna inanıyorum. Tesadüfen tanıştığım ve sevdigim insanların hayatımda varlıklarını sürdürmeleri benim için çok önemli...Tesadüfen sevdiklerimle, "merak" duygumun bir sonucu olarak, üzerine düşündüğüm seyleri paylasmayı da seviyorum... Bu blogu okuyorsanız, muhtemelen tesadüfen tanıştıgım ve sevdiğim bir insansınız...

12 Aralık 2012 Çarşamba

Dünyanın Üç ifade şekli


Gita’da maddesel dünya ve bu dünyadaki tüm insanların eylemleri tutarlı bir şekilde kategorize edilmiştir. Buna göre maddesel dünyanın 3 ifade şekli vardır:

Erdem, tutku ve cehalet.

Her insan için bu ifade şeklinden ve özden mutlaka bir tanesi diğerlerin baskındır. Hangisinin baskın olduğu insanın daha önceki yaşamlarındaki yaşantısında ve eylemlerinden bağımsız değildir. İnsan yaşamının sonunda bedenini terk ederken hangi varoluş seklini anımsarsa kuskusuz o duruma erişir. Ve ruhlar hayatlar yaşadıkça erdemli hale gelebilirler. Hayat başlarken bedenlenen ruh mutlaka 3 ifade şeklinden birine daha yatkındır. Bütün gerçeğe hakim kişiler bile erdemli olmayabilirler.  Gerçek bilgiye göre hareket eden kişi bile özünün doğası dışına çıkamaz. Çünkü herkes maddesel dünyanın –kendi seçtiği- uç yansımasından birinin (erdem, tutku, cehalet) yolundan gider. Bunu görmezden gelmek neye yarar?

Maddesel dünyadaki insanın algılarını dışarıya yönelttikçe bu 3 ifade şeklinden ‘tutku’ya kapılması kaçınılmazdır.  İnsan algılayabildiği objeleri seyrettikçe dikkatinin giderek objelere takılıp kaldığı bir eğilim geliştirir. Bu eğilim isteklere neden olur, onlar da öfkeye neden olurlar. Zaten insanı da günahkârca hareket etmeye zorlayan şey zevktir ve zevk de tutkunun maddesel dünyadaki yansımasıdır. Tanrının en yüksek kişiliği konuştu: İşte o; tutkunun maddesel dünyadaki yansımasıyla ilişkili olmaktan kaynaklanan ve daha sonra öfkeye dönüşen zevktir. O her şeyi silip süpüren, bu dünyanın günahkâr düşmanıdır, bilesin.

Tabii ki 3 ifade şeklinin insana getirdikleri birbirinden farklıdır:  Erdemin ifade seklinde yasayan kişi mutlulukla şartlanır. Tutkunun ifade seklinde yaşayan kişi sonuç veren çalışmayla (gitgide artan miktarda mal, para, başarı veya güç kazanma isteğiyle) şartlanır. Cehaletin ifade seklinde yasayan kişi çılgınlıklarla şartlanır.

Tutkunun bir diğer özelliği de doyurulamaz oluşudur. Zaten bu yüzden sonu yoktur ve bu ifade şekline teslim olan kişi hayat boyu huzur bulamaz. Sürekli okyanuslara akıp durdukları halde onların seviyesini asla yükseltemeyen nehirler gibi, dur durak bilmeyen istekler selinden etkilenmeyen kişi huzura kavuşur, isteklerini tatmin etmek için çabalayanlar huzura kavuşamazlar.

( Denk geldim, bilmiyorum kim yazmış.)

9 Aralık 2012 Pazar

"Medeni Alternatifler Dünyası"

Medeniyet nedir? Vikipedya’daki açıklamaya göre;  medeniyet, bir ülke veya toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanatbilimteknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder.” Bu durumda medeni bir toplum aslında sözü geçen maddi ve manevi varlıkları barındıran, düşünen insanlardan oluşan bir toplumdur. Yani her toplum aslında medenidir... Bilemiyorum belki sosyoloji okusaydım bu konu hakkında detaylı tartışmalara katılma imkanım olurdu ama oldugu kadar...

Gecen gün bir arkadasım "günümüzde medeniyet, sosyal medyada beklemediğin bir anda karşına çıkan eski sevgili fotoğrafı için sergilediğin cool duruştur " diye bir geyik yaptı ve ben de geyik olsun diye facebook’da paylastım. Güldük eğlendik vesaire vesaire ama ben geyikMİŞ gibi paylaşmış olsam da kafamda bunun üzerinde aslında ciddi olarak düşündüm... Bilemiyorum, bazen şaşırıyorum dünyanın hallerine...

Batı medeniyetlerine ulaşmaya çalıştık, kah ulaştık kah ulaşamadık. Bence biz Batı medeniyetinin tam olarak neyi ifade ettiğini anlayamadan, ilkesel düzlemini sindiremeden bazı “medeni” olduğunu düşündüğümüz özellikler edindik. Ben ergenlik dönemimi Batı’da geçirdim ve ister istemez bazı değerler edindim, iyisiyle kötüsüyle... Biraz bireyselleştim ama elbette ki içinden geldiğim kültür dolayısıyla, bireyselleştiğim kadar bireyselleşemedim de. Bireyselleşmek sanki “kendinden başka kimseyi umursamamak” konusunun bir alt başlığı gibi algılanıyor. Özgürlük ise, “insanın sadece kendisini mutlu eden şeyleri önemsemesi” konusunun bir ana fikriymiş gibi... Bilemiyorum, bazen şaşırıyorum dünyanın hallerine...

Bireyselleşme bence insanın sürekli kendini garantiye almasını gerektirecek kadar iliklerimize işlemiş bir durumda. “Medeni alternatifler dünyasına” hoş geldiniz... Gerek sevgili konusunda olsun, gerek arkadaş konusunda olsun alternatiflerimiz olmayınca kendimizi savunmasız hissediyoruz! Olur da sevgilimizle aramız bozulursa diye, iletişimde olmayı kesmediğimiz alternatifler... Olur da arkadaşsız kalırım endişesiyle “görüşelim" diye mail atıp, hiç bir zaman görüşmeye fırsat yaratmadığımız alternatif insanlar var... İşin en ilginç yanı ise, bu alternatifler olmadan kendimizi güvensiz hissetmemiz bence. “Asil küme”, "yedek küme" olmadan anlamsızlaştı. Bilemiyorum, bazen şaşırıyorum dünyanın hallerine...

Bizim bir alternatifler dünyamız yoksa bile, biz mutlaka birilerinin alternatifler dünyasının bir parçasıyızdır, belki sevgili olarak, belki arkadaş olarak. Ya da bize karşı oluşturulmuş bir alternatifler dünyası vardır. Vardır elbet... Ve bunun farkına varıp, ses çıkarttığımız zaman ise, “medeni olmayan insan” oluveriyoruz...

Sevgilinizin başka biriyle flirt ettiğini hissettiğinizde, eger “kanıt” yoksa elinizde, sakin olup medeni olmanız gerekmektedir... Hisler plazalarda manasızlaştığı kadar duygu dünyamızda da anlamını yitirdi! Kanıtlarla konuşmalıyız! Yoksa kuruntulu, medeni olmayan, modern olmayan biri oluverirsiniz... Bir arkadaşınız eski sevgilinizle veya hoşlandığınız kişiyle flirt ediyorsa, sakin olmanız gerekir! Ne çok canınız yanıyordur o ikisini içeren resmi hayal edince. Belki de nefesiniz tıkanıyordur düşününce bile ama sakin olmalısınız. Yoksa sizi "medeni olmayan" olarak ifşa ediverir cümle aleme... Bilemiyorum, bazen şaşırıyorum dünyanın hallerine...


Insan artık canını acıtan, bogazında düğümlenen şeyleri kabullenemediği zaman “medeni olmayan insan” oluveriyor.

Artık medeniyet asıl anlamını yitirdi...

Artık medeni olma halleri omuzlarımızda bir yuk haline geldi belki de...

Artık medeniyet insanların “bireysellik” silahlarını çıkartıp, etraflarını tam kalbinden vurması demek oldu...

Artık medeniyet ve medeni olma halleri, alternatifler dünyamızı sarıp sarmaladığımız güzel bir paket haline geldi...

“Medeni alternatifler dünyasına” hoş geldiniz...


Tesadüfler Kraliçesi

20 Eylül 2012 Perşembe

"Daha çok ölmek"


13 yaşındaydım, telefon gelmişti ve kuzenimin vefat haberi gelmişti… Askerdeydi, trafik kazası geçirmiş. Biz ise o sırada Almanya’daydık, geleli daha 1 sene olmuştu ve ben yeni yeni alışmaya başlamıştım. O ise, diş hekimiydi ve yeni mezun olmuştu.

Selçuk Abim, lisenin bir kısmında biz Edirne’de oturduğumuzdan bizde kalmıştı. O zamanlar Trakya’da bir tane Anadolu Lisesi vardı ve civardaki ilçelerden gelenler Anadolu Lisesi’ni kazanabilirlerse Edirne’da yaşamak zorundaydılar. Keza Selçuk Abim de bir süre bizde kalmıştı, sonra yurda geçmişti ama lise sonda annemle matematik çalıştıklarından hep bizde kalmıştı. Annemin meşhur “ÖYS kampının” bir üyesi olmuştu. Başarılı da olmuştu; Marmara Diş Hekimliğini kazandığı için tabii ki ailede herkes mutluydu.

Vefat haberi geldiğinde kısacık hayatımda ilk defa “hayatıma dahil olan birinin artık nerede olduğunu bilmeme fikrinin” ölümle eş anlamlı olduğunu düşünmüştüm. Olayı tam idrak edememiştim aslında, anlamaya çalışıyordum; birinin “ölmesi” ne demek? “Televizyonda sürekli ölüm haberleri izliyoruz ama yakınımızdaki biri ölünce demek ki daha çok ölmüş oluyor” diye düşünmüştüm. “Daha çok ölmek” ne demekti peki?

Kuzenimin çok sevdiği bir şair varmış ve Nermin Teyzem (Selçuk Abimin annesi) bu kişiden mezar taşına yazmak için bir dörtlük rica etmiş. O zaman aklımda kalmamıştı ismi bu kişinin sonra da Nermin Teyzem’e sormadım, bazen bazı şeyleri sormanın bir anlamı olmadığını düşünürüm. Bu da öyle anlamsız bir soru olacaktı işte. Bu kişi bir şey yazmamış ve Nermin Teyzem çok üzülmüştü, annemle telefonda konuşurlarken duymuştum. Demek ki şair için Selçuk Abim daha çok ölmemişti…

O zamanlar kendimi yalnız hissettiğimden çok yazı yazardım; günlük, mektup, şiir, hikaye vs vs… Maalesef şiirlerim bile vardı, platonik olarak hoşlandığım çocuklara yazardım. O çocuklar onlara şiir yazmış olan birinin varlığından haberdar olsalar ve ben ölsem acaba onlar için  “daha çok ölmüş” olur muydum? Pek sanmıyordum… “Demek ki” demiştim o zamanlar, “birinin daha çok ölmesi için bizim ne hissettiğimiz mühim olan.” 13 yaş için pek de fena bir neden sonuç ilişkisi sayılmazmış, şimdi geriye baktığımda…

Aslında o ismini hatırlayamadığım şaire ben o kadar da kızmamıştım. Bunun yerine kendim Selcuk Abim için bir şey yazmıştım. Çok çocukça olsa da, benim için Selçuk Abim’in “daha çok öldüğünü” dünyaya sessiz bir serzenişle ifade etmenin bir yoluydu belki de. Kim bilir? Anneme göstermiştim ve o da Nermin Teyzem’e söylemiş ve çok mutlu olmuş. Benden, 13 yaşındaki benden, yazdığımı onlara göndermemi rica etmişlerdi…

Selçuk Abim’in mezar taşında benim yazdığım dörtlük durur…

“Şu an nerede olduğunu bilmiyor olsam da” şeklinde bir kısım vardı. Türkiye’ye yollarken, annem orayı çıkartmam gerektiğini, Türkiye’de insanların askerdeyken ölen kişilerin şehit olduğuna ve şehitlerin cennete gittiğine inandıklarını söylemişti. Ve o kısmı çıkartmıştık...

Anlayamamıştım, hala da anlayamıyorum….

Ben aslında Selçuk Abim'in benim için, o ismini hatırlayamadığım şairden "daha çok öldüğünü" anlatmaya çalışıyordum, 13 yaşındaki bir çocuğun soru işaretleriyle...

Tesadüfler Kraliçesi

Geleceğe Mektup

Seninle belki tanıştık, belki hala tanışmadık veya belki de hiç tanışmayacağız bilemiyorum… Ama işini kolaylaştırmak isterim; eminim sen de herkes gibi yorgunsundur…

Artık öğrendim; “gizem” dopamin seviyesini arttırdığından, aşk duygusunu tetiklermiş. Meğer ondan gizemli hatunlara aşık olurmuş erkekler ve etrafımdaki kadınların çabası ondan sebepmiş. Ben o aranılan gizemli kadınlardan biri değilim, bunu bilesin… Aslına bakarsan belki kassam olurum. Ama biliyor musun? Hiiiç buna niyetim de yok! Eğer beni ilk tanıdığında sana gizemli geldiysem ve zamanla bu geçiyorsa, bil ki bu senin o hormona ihtiyaç duymandandı, ben gizemli olduğumdan değil.  Ve bil ki, sen bu hormona ihtiyaç duydukça, birçok kadın sana, belki de hiç olmadıkları halde, gizemli gelecekler. Ve sen hayal kırıklıklarından dolayı suçu hep dünyaya atacaksın muhtemelen… Eğer bir an olsun benimle ilgili bunu düşündüysen, hemen aklından o fikri çıkart!  O kadın ben değilim! O kadın senin kafanda yarattığın resimden kadın!

“Cool kadın” arayışın varsa… Yine yanlış yerdesin! Asla o ben değilim ve olmayacağım da… Bazen çok çoçukça bulacaksındır beni. Çok kolay ağlarım mesela, biraz şefkat gösterip başımı okşaman kafi kendime gelmem için. Ama çok kolay da gülerim. Kahkaha atmayı da çok severim ayrıca, hem de yüksek sesle! Konuşmayı da çok severim, başımdan geçen olayları, o anın heyecanını yaşayarak ve yaşatarak anlatmayı pek severim… Bazen anlattığım şeyler hiç ilgini çekmeyebilir ve gözlerinden nezaketen beni dinlediğini anlıyorumdur muhtemelen, merak etme… Buna asla alınmam, emin ol konuyu toparlamak için can atıyorumdur o esnada. Cool bir kadının sahip olmaması gereken çoğu özelliği bende bulabilirsin… Bunlar sadece bir kısmı!

İnsanları etkilemek gibi bir derdim yok, o sebeple kafama göre davranmayı tercih ediyorum. Ruh serbestisini çok önemserim! Birbirinden alakasız yerlere gidip, birbirinden alakasız şeyler yapıp, birbirinden alakasız şeyler dinleyip, hepsini de yaparken müthiş bir keyif alabilirim… Ne yaparsam yapayım, benim için aslolan "keyif" alabilmek ve  verebilmektir! Bunu oturmuş bir tarzım olmamasına bağlayabilirsin. Senin tercihin! Ama beni biraz tanırsan ve derinlere inersen özellikle belirli bir “kimliğe” sığmamaya çok özen gösterdiğimi anlayacaksındır. Bir tutarlılık arıyorsan, ilkelerime bak, şeklen yaptığım şeylere değil… Muhtemelen ben de aynısını yapıyorumdur. “İlke” ve "ruh serbestisi" hayatta en önemsediğim şeylerden biridir!

İnsan hep güçlü olmaya çalışır ya, ben de çalışıyorum elbet. Ama biliyor musun, zayıf noktalarımı göstermekten ve dile getirmekten de çekinmem pek. Zamanla görürsün acizliklerimi, ya da belki çoğunu gördün bile… Sadece Tanrı’nın kusursuzluğa hakkı olduğunu, hiçbir insanın kusursuz olmaması gerektiğine inanıyorum. Acizliklerimiz ve güçsüzlüklerimiz var, olmalı da! Senin de var, biliyorumdur da muhtemelen çoğunu ya da bileceğim! Ama emin ol, hiçbir acizliğini asla yüzüne vurmayacak kadarcık erdem sahibi oldum zamanla… Kendini rahat ve güvende hissedebilirsin! Ama en çok ihtiyaç duyduğum şey bil ki, benim de kendimi rahat ve güvende hissetmemdir… Yüzüme lütfen vurma, aciz olduğum şeyleri!

Sevmeyi çok severim; insanları, hayvanları, hayatı, çevremi ve muhtemelen seni de… Eğer sevilmekten ve özen gösterilmekten keyif almayacaksan, yine yanlış yerdesin! Eğer sevmek için kaybetmeye ihtiyaç duyanlardansan, lütfen benden uzak dur! Ben insanlara kaybetme korkusu aşılayıp, “huzursuzlukla beslenen yapay bir kalıcılık” yaratmayı reddettim! Arzulu değil, gönülden sevmeyi seviyorum. Delice sevmek değil niyetim, akıllıca sevmek… O sebeple de sevdiklerimin canını yakamıyorum çünkü kendi gönlüm yanıyor o zaman… Başka bir kadına ilgi veya heyecan hissettiğin anda, eğer o kadından uzaklaşamıyorsan, benden uzaklaş lütfen! Bil ki, ben bunu anlıyorumdur ve canım yanıyordur…

Sıra dışı bir kadın değilim! Son derece sıradan biriyim… En sevdiğim renk küçüklüğümden beri mavi idi, lisede yeşil de eklendi. Bende bulabileceğin şeyler ise muhtemelen heyecan verici şeyler olmayacak çünkü ben hayatıma giren insanlara manevi değerler katabilmeyi önemsiyorum… O sebeple, insanları ve anlattıkları hikayeleri dinlemeyi çok severim. En “samimi” hikayeler yaşlılarda olduğundan, nineler ve dedeler çok önemlidir benim için… İnsan ölüme yaklaştıkça yani yaşlanınca iyice, çok daha samimileşiyor bence. Ölüme yaklaşmak için illa ki yaşlanmaya gerek olmadığını düşünüyorum, işte o sebeple de gençliğin parıltısıyla ve kibriyle samimiyetin arka plana atılmaması gerektiğine inanıyorum…  

Ve bunları da o sebeple yazdım, samimiyetle...


Tesadüfler Kraliçesi

12 Eylül 2012 Çarşamba

Günebakan...


Gecen ait olma duygusunun ne kadar insani bir duygu olduğu üzerine bir şeyler okudum. "Upuzun ağaclar, bir yandan isiğa uzanirken, öte yandan derinlere kok salarlar..." diyordu. Ve çoğu zaman köksüzlüğüyle övünen ben, bazen de bana bunun ne kadar da şifalı gelmediğini düşündüm. Fazlasıyla mevcut olan vefa duygumun, derinlerde bir “kök” arayışından kaynaklandığını düşündüm. Bunu okurken Gökçeada-İstanbul yolundaydım ve üzerine düşünmek için kafamı kaldırdığımda alabildiğince sapsarı günebakan tarlalarından geçiyorduk… 

Biyoloji dersinde sözlüde en sevdiğim bitkiyi sormuştu bir keresinde Herr Baumer, orta ikideyken Almaya’da. Kendince espirili bir giriş yapacaktı, detayları hatırlamasam da yapraklarla ilgili bir konuydu. “Sonnenblumen, Herr Baumer” diye cevap vermiştim. Şaşırıp, “neden?” diye sormuştu Herr Baumer. “Benim geldiğim yerde onlardan çok var, arkadaşlarımı hatırlatıyorlar” demiştim. Maalesef konu yapraklardan sapmıştı ve Herr Baumer sözlü için istediği girişi yapamamıştı… En önünde oturduğum Gökçeada-İstanbul otobüsünde, düşünmek için kafamı kaldırıp pencereden baktığımda gördüğüm günebakanlar, Herr Baumer’i hatırlattı bana…

Geldiğim yere geri döndüm ve hala günebakanları çok seviyorum, fakat farklı bir maneviyatla. Seviyorum çünkü ışığa dönüyorlar yüzlerini ama yere de sabitler! Yüzlerini ışığa doğrulturken, topraktan güç alıyorlar aslında. Umut ederken, bir yere tutunmak gerektiğini simgelerler. Bilirler toprak ana bırakmaz onları kolay kolay, rüzgâr onları savuramaz kolay kolay, hoyratça estiği yöne. Onlar kök saldıkları yerde ışığı ararlar, rengârenk… Umut ederler güneşe ulaşmayı. Ama bilmezler güneşe asla ulaşamayacaklarını... 



Şanslı olan köklü günebakanlar keşfeder güneşin nerede oldugunu; yanında umutla ışığı arayan diğer köklü günebakan'a bakmaya başlar!  Bu şanslı köklü günebakanlar birbirlerine bakarlar köklerinden ayrılmadan, ışığı birbirlerinde ararlar ve güneş ikisine birden göz kırpar…  Ömürleri dolunca ise, hayatları boyunca peşinden koştukları güneşe yavaşça boyunlarını büküp, kafa kafaya vererek kökleriyle toprakta kaybolur bu şanslı olan köklü günebakanlar…   

Ama biz köksüzler aydınlığa dönerken yönümüzü, köklerimiz olmadığından havalanıyoruz semaya doğru. Güzel geliyor yükselmek havaya doğru başlarda. Ne güzel geliyor yavaş yavaş havaya doğru çıkmak. Olanı biteni tepeden izlemenin kibriyle bakıyoruz dünyaya, tek başımıza. Kendimizi ayrıcalıklı hissediyoruz, çünkü herkes oldukları yerde, kıpırdayamadan debelenirken ışığa doğru, biz ona adım adım yaklaşıyoruz gibi geliyor. Yükseliyoruz… Fakat esen en ufak bir rüzgârda alabora oluyoruz. Rüzgârın şiddeti savrulduğumuz yeri belirliyor. Köksüzlüğümüzü rüzgâr estiğinde anlayabiliyoruz ancak; savrulurken. Can çekişiyoruz savrulduğumuz ve düştüğümüz yerde…

Şanslı olan köksüz günebakanları bir bilge bulur ve özene bezene alıp onu toprağa eker, zaman zaman sular.  Çünkü biliyor bu bilge kökü olmayan canlı ışığı arayamaz, ışığa ulaşmanın umudunu sürdüremez gönlünde.  Bu bilge biliyor köksüz günebakanlar savrula savrula düştükleri yerde bükerler boyunlarını, solar çiçekleri…  Çünkü biliyor bu bilge yaşamın özünde kök salabilmek vardır, hayattan güç almak için, ışığı arayabilmek için…  

Benim bilgem kim bilemiyorum ama beni bulduğunda başka bir günebakanın yanına eksin isterim; ben onda, o bende ışığı arasın; ben onun, o benim yanımda derinlere kök salsın… Ve artık daha fazla savrulmayalım; ülkeden ülkeye, şehirden şehire, gönülden gönüle…

Tesadüfler Kraliçesi

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Carte Dor Kutusu


Her arkadaşımın annesinin olduğu gibi, benim annemin de mutfak dolaplarında olur da bir gün lazım olur diye biriktirdiği bir carte dor kutusu dagı vardır. Ne zaman söylensem anneme, ” hangi devirde yaşıyoruz anne, at artık şunları. Bir sürü plastik saklama kabı var, gerek yok artık bunlara “ desem,  gelen cevap “ biz bu günlere atarak gelmedik” olur…   Önceden fazla dramatize edilmiş bir cevap gibi gelirdi  “amaaan anne, sen de…” der fazla da kale almazdım. Şimdi?

Biz her şeyi atarak büyüdük… Bana ait olup artık kullanılmadığı halde bir yerde muhafaza edilmiş olan her şey küçüklüğüme ait, yani henüz her şey daha annemin kontrolündeyken birikmiş olan şeyler.  Aklım ermeye başladıktan sonra, ne var ne yok attım ben de. Arkadaşlarımdan gelen mektupları biriktirdiğim kutum hariç. O her yere gelirdi benimle. İnsan gündelik hayatta o hengâmenin içinde neleri attığının farkına varmıyor, bir kenara çekilip düşününce fark ediyor…

Tüketim toplumu geyiklerine girmek değil maksadım. Sadece hayatlarımızdaki “meta”ların o kadar çok alternatifi var ki ve biz bu alternatifleri bol dünyayı o kadar içselleştirmişiz ki, insanları da sanki alternatifi bol metalar gibi değerlendiriyoruz artık farkında olmadan. İnsanların da metalar gibi bazı fonksiyonları oluyor (para, sex, prestij ilk aklıma gelenler) ve onları yerine getirememeye başladıklarında, en mantıklı çözüm “atıp, yenisini almak” oluyor. Ne kadar da güveniyorlar kendilerine alternatifleri bol olanlar ya da sürekli kendine alternatif yaratanlar; güzel kadınlar, güçlü erkekler…

Sözde bir de, minimalist di mi artık tüm bu insanlar? Ben kayboldum bütün bu içi boş kavramlar arasında… “Bazen insan kaybolmaz, KAYBEDİLİR… Aslında tam anlamıyla kaybolmayacak kadar da biliyorum kendimi, etrafımdakileri, el yordamı…“

Diliyorum ki birikmiş Carte Dor kutularım olsun benim de, cocugum sordugunda ben de “biz bu günlere atarak gelmedik” diyebileyim…

Tesadüfler Kraliçesi

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Yeni arkadaşim



Sene 2006… İTÜ bitmişti ve okul bana dereceyle bitirdiğim için bir miktar para ve altın vermişti ödül olarak. Onlarla Londra’ya dil kursuna gitmiştim, malum ITÜ mezunu olunca İngilizce’ ye çok hakim olamıyor insan. Ben de bu eksikliğimin farkına varıp, Londra’ya kursa gitmeye karar vermiştim, sağ olsun annemler de destek olmuşlardı.  Londra’da ilk 1 ay canımdan bezdiren bir İngiliz aile ile, son 1.5 ay da çok sevdiğim Brezilyalı bir aile kalmıştım. Güzel bir tecrübeydi…

İngiliz aile Wimbledon diye çok güzel bir muhitte yaşıyordu. Onlarla kalırken, kimseye bahsetmeye cesaret edememiştim o zamanlar ama gerçekten çok bezmiştim. Bana gerçekten çok kötü davranmışlardı; son derece hakir görüyorlardı ve ”immigrant” muamelesi yapmışlardı. Herhalde hayatımda bu derece aşağılandığım nadir ortamlardan biri idi. Annemlere telefonda her şeyin yolunda olduğunu söylüyordum ama aslında hiç öyle değildi. O dönemde sigara kullanıyordum ve okuldan eve geldiğimde sigara içerdim kapının önündeki otobüs durağında ya da hava güzelse çimlerin oldugu bir alan vardı sokakta, oraya oturup sigara tüttürür ve bir şeyler okurdum. O zamanlar Economist okumak ne mümkün, okuduğum şeyler İngilizce kelime ezberlemek için verilen pratik kağıtlarıydı.

Her gün aynı saatte tekerlekli sandalyede biri geçerdi sokaktan ve çok sık denk gelmeye başlamıştık. Bacakları ve kolları yoktu, sadece gövdesi vardı yeniarkadaşımın, bir de tekerlekli sandalyesini kumanda edebilmek için bir protez eli vardı. Sarışın, mavi gözlü, yaklaşık 40’lı yaşlarında ve bir adet ufak köpeği vardı kucağında hep, onsuz hiç görmemiştim. Bir gün ben sigara içerken selamlaştık ve sohbete başladık. Sağ olsun bana çok güzel gülümsediğimi ve benim arkadaşımolmak istediğini söylemişti. Ben de “tabii, neden olmasın” demiştim. Her gün aynı saatte ben sigara içerken o da tekerlekli sandalyesiyle geçerdi ve biraz sohbet ederdik, 10-15 dak. Köpeğinden başka arkadaşının olmadığını ve insanlarla “ fiziken tam” bir insan olmadığı için sosyalleşmesinin zor olduğundan bahsetmişti.

İngiliz aileyi anlatmıştım ona… “Okulda da kimseye memnuniyetsizliğimi anlatmadığımı, problem çocuk olmak istemediğimi” söylemiştim. Beni okuldaki bu tarz işleri ayarlayan ofis ile konuşmaya o ikna etmişti, sağ olsun. Gidip anlatmıştım okula ve beni sıcacık bir Brezilyalı aileye vermişlerdi hemen. Nasıl güzel insanlardı… 60’lı yaşlarında iki tonton insan, çocukları olmadığı için de birbirlerinden başka dayanakları yoktu. Öyle anlatmıştı anne… Evde benim dışımda bir de Senegal’li bir kız vardı, müslümandı ve 5 vakit namaz kılardı.  Brezilyalı ailenin yanına taşınırken, fiziken yarım olan yeni arkadaşım telefonumu almıştı ve taşınıyorum diye çok üzülmüştü. Arada telefonlaşmıştık, bana halimi hatırımı sorardı. Benim bu süre zarfında bir sürü yeni arkadaşım olmuştu tabii…

Türkiye’ye döneceğim hafta onu arayıp vedalaşmıştım ve beni tekrar görmek istediğini söylemişti, bir şeyler içmek için Wibledon’a çağırmıştı. “Tabii” dedim ve sözleştiğimiz günde ve saatte gittim. Sanıyorum ki bir pub’a girecegiz, “hadi gel, şuraya oturalım” dediğimde, bana  “hayır, eve gidelim. Hem köpek ile almıyorlar, hem de sandalye ile kendimi kötü hissediyorum insan içine girince” demişti. Ne diyebilirdim ki? “Tamam” demiştim. Hayatımda bu derece korktuğum nadir anlardan biriydi sanırım, sokakta tanıştığım ve hakkında hiçbir şey bilmediğim bir adamın evine gidiyordum. Evde bana tecavüz etmek için bekleyen bir ordu olabilirdi, bana bir şey yapabilirdi ya da yaptırabilirdi. Kimse oraya gittiğimi bilmiyordu, dünyanın bir yerindeydim ve kimsem yoktu aslında yardım isteyebileceğim eğer bir şey olursa. Bu ve bunlar gibi binlerce düşünce ile kafamda yürüyorduk yolda. Aslında sadece ben yürüyordum…

Vardığımız ev 3 katlıydı ve engellilerin merdiven çıkmak kullandığı açılır kapanan kapak vardı hemen merdivenin başında. Salon ve mutfak vardı en alt katta. O kadar korkuyordum ki… Oturduk, sohbet ettik, bana cola ikram etti. Balıklarını gösterdi. Kocaman bir akvaryumu vardı. Eski sevgilisini anlattı, Polonyalı bir kadınmış. Kadının onunla parası için birlikte olduğunu anlayınca, araları bozulmuş. Anlattı da anlattı… O anlattıkça, benim korkum geçmişti. Sonra bana ona ne olduğunu merak edip etmediğimi sordu. “Ediyorum ama cesaret edemiyorum sormaya belki konuşmak istemiyorsundur belki özeldir diye sormuyorum” demiştim.  Anlattı… Bir haslalığa yakalanmış ama ismini su an hatırlamıyorum o esnada da pek anlamamıştım zaten ve teşhisi konulamamış ya da çok geç konmuş. Yavaş yavaş önce ayaklarını sonra kollarını kaybetmiş, arkadaşı yokmuş hiç. Kız kardeşi arada geliyormuş ziyarete, ama genel olarak çok yalnızım demişti. "Köpeğim en yakın dostum" demişti. Halinden utanır bir tavrı vardı, hafif mahçuptu bütün bunları anlatırken. "Benim arkadaşım olmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ederim" demişti. İçim sızlamıştı, hem de nasıl sızlamıştı analatamam… Kendimden de utanmıştım o esnada, o kadar iyi duygularla beni evine çağıran birine, potansiyel “suçlu” etiketi yapıştırmıştım kafamda. Ama hala hep üzerine giydiği asker deseni pantolona bir mana verememiştim…

Saat akşam dokuz buçuk oldugunda ben gideyim artık demiştim, ve bu saatte metro ile gedemeyeceğimi kesinlikle taksi dışında bir araca binmemem gerektiğini söylüyordu. “Ben hep metroya biniyorum, daha geç de biniyorum, sorun değil gerçekten de” demiştim ama nafile. “Beni üzme ve taksi ile git evine” demişti, çok şefkatli bir sesle. Kıramamıştım… Hemen muhitin taksi durağından bir taksi çağırdı. Vedalaşıp, taksiye bindim ben. Brezilyalı evime vardığımda, taksiden inerken parayı ödemek istediğimde, taksi parasının ödendiğini söylemişti taksi şoförü. Tekrar kendimden ve evine giderkenki düşüncelerimden dolayı utanmıştım…

Fakat bütün bu hikayede beni asıl şaşırtan şey; taksi şoförünün bana yolda, yeni arkadaşımın savaş mağduru olduğunu söylemesiydi…  

Kim bilir bana neden söyleyememişti? “Sen de birilerini öldürdün mü?” sorusundan mı ürküyordu acaba?



Tesadüfler Kraliçesi

Daktilo


Herkesin onu heyecanlandıran, motive eden bir tutkusu vardır ya? Garip belki ama; benimki okula gitmek ya da okul gibi yerlere…  

Küçüklüğümden beri annem ve babam da kitapları çok severlerdi. Annem hep kalın kalın matematik kitaplarının arasında x ve y’ler ile boğuşurdu. “ X ve Y’ leri çözebildiğim gün kendimi büyümüş hissedeceğim” demiştim bir gün, hiç unutmuyorum. Bayağı x’ler, y’ler çözdüm ama sanırım içinde x ve y geçmeyen denklemleri çözebilmekmiş asıl büyümek dedikleri…

Babamın kitapları bol bol kelime içerirlerdi ve annemin kitaplarından da daha kalındı. Babamın sürekli araştırma yapıp, rapor veya tez yazdığı da bir daktilosu vardı. Daktilo ile yazmak da o zamanlar çok büyüklere özgü bir şey gibi gelirdi. Ve ben, küçük Burcu, o zamanlar babamın okuluna gittiğimde babamı beklerken, nerede boş daktilo görsem hemen oturup olur olmaz şeyler yazardım… O daktilonun başında oturduğum zaman kendimi büyüklerin dünyasında hissederdim, babam gibi olurdum ve daktilolu bir işim olsun diye dua ederdim tanrıya. Daktilolu bir iş… Gecen gün dünyadaki son  fabrikasının da kapandığını okuyunca, biraz içim burkulmuştu. Aklıma babamın masaya oturmuş, daktilosu ile tez yazışı gelmişti, küçükken sırf kendimi büyüklerin arasında hissetmek için daktiloda bir şeyler yazmam gelmişti, babamı daktiloda oyalanarak bekleyişlerim gelmişti; daktilonun benim hayatımda “babam gibi” olmak olduğunu anımsamıştım…  Ama sonra  “ ee tabii artık bilgisayarlar var, daktiloya gerek kalmadı. Artık dünya düzeni böyle, her şey değişiyor, kabullenmek lazım” deyip geçiştirmiştim.

Evimizde her dolabın içi kitap doluydu, o sebeple ne zaman bir yerleri karıştırsam, başkalarına ait mahrem şeyler bulma umuduyla, her delikten ya matematik kitabı çıkardı ya da sosyal bilimler kitapları… Evi karıştırmak takdir edersiniz ki sıkıcıydı, kardeşim de olmadığından en çok eğlendiğim yer okuldu. Okula gitmeyi ve okuldaki arkadaşlarımı çok severdim, yaz tatili gelince ise çok üzülürdüm öğretmenimden ve arkadaşlarımdan ayrılıyorum diye. Benim için derin bir manası vardı okulun; sanki annem ve babam gibi olacakmışım gibi gelirdi okula gidince…

X ve Y’ lerin çoğu çözüldü, son daktilo fabrikası kapandı, birçok şey değişti,  ama benim hayatımda kitaplarla bağdaşan okulun yeri pek değişmedi.  Burası yani yeni çalıştığım yer benim için okul gibi bir yer, tanrıya müteşekkirim bana bu fırsatı sağladığı için. Anneme ve babama bakıp hüzünlenirdim son birkaç senede, sanki artık hiç onlar gibi olamayacakmışım gibi gelirdi ama o umudumu geri kazandım artık. Kitaplar ısmarlıyorum, dergiler, defterler alıyorum, okumam öğrenmem gereken yepyeni şeyler var.

Hayattan en büyük beklentim, sadece kendi çekirdek çevresi tarafından “saygı duyulan” biri olmak, o kadar…  Bütün çabam onlara benzemek için…

Mesele ne x ve y’lerde, ne de daktilodaymış…
Mesele insanlıkta ve haddini aşmamaktaymış…
Ancak o zaman onlar gibi olabilirim...

Tesadüfler Kraliçesi

12 Şubat 2012 Pazar

11. Kat

Penceremden bakıyorum dışarıya; ambulans sesi, çanak antenleri paslanmış binalar, gökdelenler, sadece minareleri gözüken camiler, elektrik direkleri, arabalar, alısveris merkezi... 11. kattan bakınca dünyaya, onca seyin arasında gözükmeyen tek sey insanlar... Tepeden bakabilmek böyle bir şey olsa gerek! Ve sanırım o sebeple rütbesi büyüdükçe insanların, gökleri delen binalardaki ofisleri de tepeye çıkıyor, diğer insanlar iyice görünmez olsun diye!

Görünmeyen insanlar ve görmeyen insanlar... Bugun dünyadaki insanları bu iki kategoriye ayırmayı düşündüm. Çoğumuz bu kategorilerden ilkine doğuyoruz ve sanki diğer kategoriye gecince sınıf atlamış sayılıyoruz. Ne tuhaf degil mi? Milyonlarca görünmeyen insan, “görmeyen insan” olmak için çabalıyor; yeri geliyor hak yiyor, yeri geliyor hakkı yeniyor, yeri geliyor savasıyor, yeri geliyor yeniliyor...

Görmeyen insan olmak... Herkes “görünmek” için “görmeyen” olunması gerektiğini sanıyor! Halbuki sadece görünmek istesek, ne olur? Görünsek ama görerek... Insanların aşkta olsun, işte olsun, bütün hayatlarında farkedilmeyi istediklerini anlayabiliyorum, hem de cok iyi! Görünmeyen olmamak adına görmeyen pozisyonuna geciyoruz, kendimizi garantiye almak için. “Ya eger o görmeyen olursa, bari ben önce görmeyeyim ki, görünmeyen o olsun...” iç sesi hortlar bir yerlerden.

“İlk seni seviyorum diyen kaybeder” diye de bir laf vardır di mi, dünya üzerindeki bütün ilişkileri bir savaş meydanına dönüştürmek için söylenmiş adeta! Neyi kaybediyoruz ben bunu cok merak ediyorum? Görmeyen olma çabasından ibaret bunların hepsi çünkü görmeyen olunca insan rütbe kazanır! Bu kilişelerle gelinen nokta da ortada; dram...

Rütbe sahibi oldukça, egosu okşandıkça  görmez insan diğerlerini, vicdanı erir, ruhu çürür!  Ama “cool” olduğu için de böbürlenir durur... İnsan bazen ne eksik!

Görünmeyen’ den, görmeyen olmaya çabalar insan, “gören” olmaya değil, ne yazık ki!

Tesadüfler Kraliçesi

Hassas Modern ve Hilim Sahibi Sıradan

Insan ne kadar eksik bazen; içgüdülerine yenik, sürekli arzularının peşinde, sadece kendisi odaklı…

İlk baktığınızda ”modern” bir hassasiyet ile karşılaşırsınız; duyarlıdır, son derece farkındalıklıdır, o kadar duygusaldır ki...  Canı yanmıştır, insanlara güvenemez olmuştur, hayat çok acımasızdır, o çabuk büyümüştür. Güya da son yaşanılanlar ona “ hilim ” vermiştir.  

Bu “modern hassas” insanlarla tanıştığımda nedense artık içimde bir acıma duygusu uyanıyor. Kötü şeyler yaşadıklarından filan asla değil, böylesine bencil bir dünyaları olduğundan ve öyle bir dünyada yaşadıklarından haberleri dahi olmadığından.

Duyarlılık… Modern hassasların duyarlılığı kendi gibi düşünenlerle ve kendi doğrularıyla sınırlıdır. Duyarlıdırlar çevreye, topluma, siyasete vs ama en yakınlarına da duyarlı mıdırlar? En yakınlarının canını yakmak istemeyecek kadar, bos hırslarıyla etrafındakileri ezmek istemeyecek kadar duyarlı mıdır, dürüst müdür? “Uzaktakileri sevmek kolaydır, mühim olan en yakınındakileri sevebilmektir” diye bir laf vardır. Bu modern hassaslar en yakınlarındakileri sahiden severler mi? Zaten banko yanında oldugunu bildiğini birini sevmeye devam etmek zordur, onlara özen gösterilmez artık genelde. Nasıl olsa onlar oradadır, o sevgi hep oradadır. Emek ile beslenen “özen” orada olmama ihtimali olana gösterilir…

Farkındalık… Farkındalık sadece içinde yaşamaya mahkum oldugumuz sistemin eksikliklerini desifre edip, öfkeyle eleştiriler savurup, “beni kandıramazsınız” demek midir? Ne kadar eleştirel olursak o kadar farkındalığı yüksek biri miyizdir? Kendimizin farkında mıyız? İçimize girip, o tünellerde dolaşır mıyız? Anlar mıyız neyi neden yanlış yaptık, karşı tarafı suçlamayı biraz olsun bir kenara bırakarak? Kendinin farkında olmayan insan, isterse dünyanın bütün hallerinin farkında olsun, duyarlı olabilir mi?

Alternatif çıkana kadar duygusaldır evet, modern hassas birey. Aşklarımızı, duygularımız ve derinliğimiz şekillendirmiyor artık, alternatifler ve arzular belirliyor. Çekici alternatifler yapay bir arzu yaratırlar ve genelde arzuları tarafından yönetilen bireyler, buhran üstüne buhran yaşayıp, yaşatırlar… Peki “hilim” bunun neresindedir? Kısa süreli arzuların peşinde, derinliği olmayan alternatiflerin şekillendirdiği tercihlere konu olmaktan koru bizi, Tanrım!

Modern hassas insanın “hilim” sahibi olduğuna inanmıyorum! Hilim ciddi derinliği olan bir meziyettir. Hilim emek ve zaman ister, özen ister, kimsede doğuştan yoktur, ince ince işlenir yıllar içerisinde. Sabır, hoşgörü, bağışlayıcılık erdemleri gerekir. Bir yaşanmışlık gerektirir elbet ama kendine dönüp kendini irdemeyi gerektirir hilim, etrafı irdeleyip eleştirip, suçlamaktan ziyade.  Erdem sahibi oldugunu düşündüğüm insanlara baktığımda, hiilim sahibi olduklarını görürüm hep, bireyi odak noktasına alıp sadece kendi istekleri ve arzuları odaklı yaşamıyorlar. Yanlarındaki insanlara kaygan bir zeminden ziyade, güven veren; etraflarına yerli yersiz saldırmaktan ziyade, onları dinlemesini bilen; en yakınlarına gelişigüzellikten ziyade derin bir "özen" verebilen insanlar oluyorlar…

En yakınımızın hassas bir modern mi, yoksa hilim sahibi sıradan biri mi olmasını isteriz? Biz hangisini yeğliyorsak, karşımızdakine de onu verebilmeliyiz, sanırım…

Tesadüfler Kraliçesi