Hakkımda

Fotoğrafım
Merhaba! Ben "Tesadüfler Kraliçesi"...Hayatta bir cok seyin tesadüf olduguna inanıyorum. Tesadüfen tanıştığım ve sevdigim insanların hayatımda varlıklarını sürdürmeleri benim için çok önemli...Tesadüfen sevdiklerimle, "merak" duygumun bir sonucu olarak, üzerine düşündüğüm seyleri paylasmayı da seviyorum... Bu blogu okuyorsanız, muhtemelen tesadüfen tanıştıgım ve sevdiğim bir insansınız...

19 Ekim 2011 Çarşamba

Aşk, sözden önce de vardı...

Birbirimizi anlayamayacağız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca, çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır. Sözcükleri kullanmakla, sessiz dünyaya kendi düzenimizi zorla kabul ettirmiş oluruz. Kendimizi güvende hissederiz. Sözcük kullanmamız, etrafı izleme, bilinmeyeni sorgulama, sözlü tanıma haritası olmayan şeyleri sözcüklerle kodlama eğilimimizden doğan bir gücün işaretidir. Sözcükleri kullanmakla, çevremizdeki şeylere sahip oluruz. Sahip olunca da kendimizi güçlü, her şeyi denetleyen bir konumda hissederiz. Aymazlığımızın doruğu da budur işte. Başını kuma gömen devekuşundan farksız bir durum. Birer ikame olan sözcükler, kendimizi yaşama bırakmaktan alıkoyar, deneyimlerimizin önüne geçer. Sözcükler bizi kör eder. Tüm duygularımızı ve düşüncelerimizi birer sözcüğün içine sıkıştırma yolundaki baskın faaliyet, duyularımız aracılığıyla ulaşacağımız kavrayışı engeller, önünü keser. Böylece duyular, sözcüklere bir yardımcı olarak kullanılır yalnızca. Yalnızca sözcüğün anlamını zenginleştirmek için kullanırız onları. Buna karşılık, sözcüklerin, duyuların toplam deneyimini zenginleştirmek için kullanıldığı pek nadirdir. Konuşma diline öyle alışmışız ki, arabayı atın önüne koşuyoruz. Yapay kategoriler, yaşam deneyimlerinin yerini almış durumda. Tüm duyularımızın toplamından da yoğun kavramlar, her nasılsa, sözcüklere teslim ediliyor. Türümüzün en karmaşık ve en zengin deneyimlerimden biri olan aşkta örneğin, “seni seviyorum” sözcükleri, bakıştan, temastan, kokudan ve aşkı ifade eden çeşitli seslerden çok daha büyük önem kazanmıştır. Duyularımızın ortak yaşanmışlığı aracılığıyla aşkı paylaşmaktansa, ona sözcüklerle sahip çıkmaya çalışıyoruz. Her aşk farklı olduğuna göre (farklı kokular, farklı dokunma biçimleri, farklı psikolojik roller) , her aşkta, paylaşılan sözcükler de farklı olur, diye düşünüyor insan. Ama, hayır! Kalıp sözcükler, yaşadıklarımızdan daha önemli. Ve “seni seviyorum” tümcesindeki totaliter sahiplenme, tüm aşk deneyimlerini standartlaştırıyor. Aşkı nicelleştiriyor. Bu tümceyi, aşkı aritmetiğe dökmek için kullanıyoruz: “Ben üç kere aşık oldum.”

 

Aşkın söz aracılığıyla sahiplenilmesi ve nicelleştirilmesi, aşkın çok renkli ve çok dilli olduğu yaşanmışlığına aykırıdır; onun insandan insana ve deneyimden deneyime değiştiği gerçeğine ters düşer.
Sözcükler, aşkı, birbirini dışlayan kategorilere sokar zorla. “Kimi seviyorsun, onu mu, yoksa beni mi?” gibi bir tümceyle, bir aşk durumunun ille de doğrulanması, sınıflandırılması gerektiği için ne çok insan acı çeker, çıldırır, intihar eder ya da başkalarına acı çektirir. Mutlaka birinden biri olmalıdır çünkü. Biri varsa, diğeri olamaz. Sırf, söz paradigmasının tutsağı olduğumuz için. Aşkın karşılığı olarak sekiz, on, on beş sözcük olsaydı keşke. Daha az kıskanıp daha az sahiplensek, standartlaştırmanın kısırlaştırıcı baskısına yüz çevirip, benzersizliğe daha çok değer verseydik. Dikey hiyerarşiyi boşlasaydık. Peki, ya aşkın karşılığı olan hiçbir sözcük olmasaydı? O zaman aşk olmayacak mıydı yani? Aşk duyulmayacak mıydı o zaman? Aşk, sözden önce de vardı.

Gündüz Vassaf 

29 Mayıs 2011 Pazar

Ego

Kapı çaldı. Çok ısrarlı değil ama, sakince, yavaşça, içerdekini boğmayacak şekilde. İçerdeki “kim o?” diye seslenir. “Benim” der dışardaki. “Sen kimsin?” sorusu takip eder bu durumlarda. Özellikle de sakince çalınıyorsa kapı! Eger israrli ve boğucu bir sekilde calınsaydı kapı muhtemelen “ben”in kim oldugu merak edilmeyecekti, demirden perde açılmadan önce. Fakat biri kapınızı yavaşça, sessizce çalarsa ve kim olduğuyla ilgili soruya sadece ve sadece “benim” derse, daha çok sorguya ve suale maruz kalır...

Kalabalık bir yerde; yeni bir sınıf, yeni bir iş, yeni bir ... Yeni bir şey işte... “Merhaba! Ben bilmem kim!” deriz. Hemen akabinde, kendimizle ilgili en çarpıcı hikayeleri anlatmak isteriz, aceleyle, çarçabuk, hemen! Ne kadar harika bir insan oldugumuz, ne kadar başarılı olduğumuz, ne kadar şöyle oldugumuz ne kadar böyle oldugumuz...

Bu durumlarda hep söyle bir sahne belirir gözümün önünde: Biri sokakta kalmış, sırılsıklam. Bir apartmana sığınmak ister. Apartman kapısını yoklar. Tokmaklı oldugunu görür ve aslında hiç umudu olmamasına ragmen şansını dener. Bilirsiniz, tokmaklı kapılar genelde dışarıdan açılmazlar. Fakat bu açılır. Şaşırır! Gider, 3. kata çıkar. Çünkü 3. katlar alttan-üstten ısınıyordur, daire diğerlerine gore daha sıcaktır. Dışarıda üşüdüğü için fazlasıyla, sıcak olma ihtimali en fazla olan eve yönelir, ister istemez... Kapıyı çalar! Israrlı ve boğucu bir şekilde... İçerdeki bazen “kimsiniz?” diye sorar, eger tokmaklı dış kapı aslında işlevini çoktan yitirmiş ve bu biliniyorsa. Eger tokmaklı dış kapı, normalde çalışıyor ama sadece bir süreden beri bozuksa ve bu içerdeki tarafından bilinmiyorsa, “kimsiniz?” sorusu bilinçsiz olarak atlanır, zira bilindik bir simadır nasıl olsa.  “Kimsiniz?” sorusuna, eger soruluyorsa, elbette “benim” cevabı gelir. Telaşla kapı açılır. Gerçekten “o” mudur dışardaki? O aslında sadece yagmurdan kaçtığı için, ıslandığı için, ve sadece ve sadece 3. katlar sıcak oldugu için sizin kapınızın önündedir...

Samimiyetle “benim” diyebilmek, size kim oldugunuz sorulunca, sanırım hiç birimiz için kolay bir sey değil. Her seyden önce samimiyetinizi bile kanıtlamanız beklenir, sonra onca sorgu sual silsilesi. Evet, savunmasız oldugunu düşünür bir çok insan; kendini fazla ya da az değil, sadece oldugu gibi anlatırsa. Sahte kimlikler, sahte böbürlenmeler, sahte hikayeler yaratıp orada başrol oyuncusuymuş gibi kendimizi kaptırırız. Sahte şakşakçılarımız da olur elbet ki onlar devreye girebiliyorsa demek ki hastalığımız iyice ağırlaşmıştır. Sonra bu sahte sacma sapanlık içerisinde çok sağlam bir zırhımız oldugunu düşünürüz; fazlasıyla maskülen ya da fazlasıyla feminen...

Belki de bu kendini bilmezler sebebiyle aslında manası güzel olan “ego”, sevimsiz bir özellik haline geldi...

Tesadüfler Kraliçesi

İSMİM



Herkes için böyle midir bilmiyorum ama benim için biri herhangi bir sıfat kullanmak yerine sadece ve sadece “Burcu” demeyi tercih ederse, bu benim içimde garip bir mutluluğa ve anlamsız bir zafere dönüşüyor. Zafer olması için bir savaş olması gerekir di mi? Sanırım benim ismime takılan eklerle ve ismim yerine kullanılan muhtelif bence manasız laflarla bir savaşım var...

İsmimi seviyorum, TDK’da belirtilen anlamını da seviyorum! Fakat ismi “Burcu” olan başka birine “Burcu” diye hitap edilmesi, o kadar da etkilemiyor beni. Demek ki olay safi kelimede değil! Konu kişi ben olunca ve bir de üstüne üstlük “Burcu” diye seslenilince değmeyin keyfime. Ve hiç bir zaman anlamamışımdır sevgililer neden kendilerine çeşit çeşit sıfatlar bulurlar (aşkım, bebeğim, sultanım vsvs), sadece ismi ile hitap etmek varken. Dünya üzerindeki milyonlarca kişinin, biriciğine aynı sözü söyleyip, kendini ifade etmesi tuhaf.  Anlamsız geliyor bana...Aynı mekanda 3 çift varsa ve hepsi birbirine "aşkım" diyorsa, ortamda 6 tane "aşkım" oluyor. Ve yine ayırt edici sey "aşkım"ın tınısı oluyor. Insanların, her birimizin, kendimize özgü bir kokusu ve tınısı olduguna inanırım. Dolayısıyla, insanların kendine özgülüklerini bu derece terk etmiş olmaları, hepsini aynı yapıyor ve yavaş yavaş çürütüyor. En sevdiklerine bulabildikleri sıfat bile aynı...

“-ciğim, -cuğum” ekleri de ismimi yani beni sıradanlaştırıyor bence. Sahte bir “–ciğim,-cuğum şemsiyesi” altına girip korunuyoruz sanki, neyden korunduğumuzu bilmeden. Hayat sürekli korunmamızın gerektiği ve kendi yarattığımız sahte şemsiyelerin altına sığınarak anlam kazanacak kadar anlamsız mı? Bu –ciğim, -cuğum eklerinin varlığında, ismimin o iksirli anlamı kayboluyor, beni benden alan tınısı  gidiyor. Etrafımda bu Burcu seslenişini duyabilen herkes büyük bir hayal kırıklığına ugruyor gibi geliyor, sonuna –ciğim, -cuğum eki gelince. Bir nefeste, haykıra haykıra “Burcu” demek yerine, alçak sesle, hecelerine bölüp sürekli talepkar bir edayla “BurcuCUĞUM” denilmesi ruhunu kaybettiriyor ismime, boynu bükük yere bakıyor. Sürekli yere bakan insanlar nasıl ki sürekli gölgeleri izlemekten ileriye gidemezlerse, ismim de aynı hissiyata kapılıyor. Ruhumun, benliğimin beslendiği o tını mazi oluyor. Ruhum yerinde sayıyor...

Hangi yabanci ülkeye gidersem gideyim hiç bir zaman hiç kimse bana ismimin en yakın çevrem tarafından telafuz edildiğinde aldığım hazzı veremedi. Ya “r” harfi genizden çıktı, ya da yuvarlanıp kayboldu. Ya “u” harfine noktalar hediye edildi ve kabul etmeme şansı verilmedi. Ya “c” hiç çıkamadı ya da çengel sahibesi oldu, ki çengel ağızda bir yere takılıp, "c" harfim çıktıktan sonra geri gidebilsin diye.

Garip bir şekilde ben kendimi hiç bir ülkede yabancı gibi hissetmedim ve hiç yabancıymışım gibi de hissettirilmedim! Nasıl becerdim bunu bilemiyorum ama becerdim küçüklüğümden beri... Belki de merak duygum ve onları merak etmem, onların da beni merak etmesini sagladı ve meraktan köprüler birleştirdi beni onlarla; yabancı beni, yerli onlarla.Ama gerçekten de doğruymuş; “yabanci bir ülkede yaşamanın birinci icabı insanın en aşina olduğu şeye, ismine yabancılaşmasıdır...”  Hiç bir zaman ismimi beni benden alan tınısı ile telaffuz edemediler ve ben de ısrar edemedim, çünkü olmadı... Ama en azından sahte “–ciğim, -cuğum” ekleriyle ismimi ve dolayısıyla beni, kamulaştırmadıkları için onlara müteşekkirim...


Burcu Baran

*"Araf " kitabının üzerine yazıldı... 

12 Nisan 2011 Salı

Far Far (Yael Naim)

 Far Far 

Far far, there's this little girl

she was praying for something to happen to her
everyday she writes words and more words
just to spit out the thoughts that keep floating inside
and she's strong when the dreams come cos' they
take her, cover her, they are all over
the reality looks far now, but don't go

How can you stay outside?

there's a beautiful mess inside

there's a beautiful mess inside


Far far, there's this little girl
she was praying for something good to happen to her
from time to time there are colors and shapes
dazzling her eyes, tickling her hands
they invent her a new world with
oil skies and aquarelle rivers
but don't you run away already
please don't go oh oh

How can you stay outside?
there's a beautiful mess inside
how can you stay outside?
there's a beautiful mess inside
Take a deep breath and dive
there's a beautiful mess inside
how can you stay outside?
There's a beautiful mess
beautiful mess inside

Oh beautiful, beautiful

Far far there's this little girl
she was praying for something big to happen to her
every night she hears beautiful strange music
it's everywhere there's nowhere to hide
but if it fades she begs
"oh lord don't take it from me, don't take it"

She says, "I guess I'll have to give it birth
to give it birth
I guess, I guess I have to give it birth
I guess I have to, have to give it birth
there's a beautiful mess inside and it's everywhere

Just look at yourself now
deep inside
deeper than you ever dared
deeper than you ever dared
there's a beautiful mess inside
beautiful mess inside

how can you stay outside?

oh oh oh oh





3 Nisan 2011 Pazar

Denk geldim...(3)

"İnsan hayatının değeri” diye bir kavramımız var mı bizim? gerçekten incelediğimizde, kurcaladığımızda bu konuyu, olmadığını görüyoruz. Biraz “var” gibi göründüğü durumlarda “bizim” yakınımız olan “insanlar”ın hayatları bir değer taşıyabiliyor. “Düşman”sa, yüzünü, binini birden telef etmek bir sakınca değil, özlenen bir başarı. Öte yandan, “keşke bir oğlum daha olsaydı, onu da vatana, devlete şehit vereydim” diye konuşan (konuşturulan) “anne”lerin olduğu ideal annelerin, “sütüm sana helâl olmaz saldırmazsan düşmana” diye konuştuğu bir toplumda, “bizden” olan insanların hayatlarının “değeri” nereye kadar?"

Murat Belge

13 Mart 2011 Pazar

Denk geldim... (2)

“Görünenle yetinirsen eğer sadece tırtılı bilirsin. Çirkindir ya tırtıl, gönlünü çelmez. Görünenin ötesine geçmek istersen eğer, aradan örtüyü kaldırıp da gönül gözü ile bakarsan, kelebeği bulursun karşında. Güzeldir ya kelebek, gönlün ona akar. Lakin gönül gözünle görürsen eğer, kelebeğe değil tırtıla sevdalanırsın.”


Pinhan

Kendini Gerçekleştirmek...

Cem Mumcu yazmış... Ben beğendim, zaten bana bu Maslow ihtiyaclar hiyerarşisi öğrendiğimde de mantıklı gelmişti...


Abraham Maslow’un ortaya koyduğu ihtiyaçlar hiyerarşisi sıklıkla bir piramit olarak düşünülür. Bu piramidin neresindesiniz ya da neresinde olmayı arzu edersiniz? İşte size yol gösterecek birkaç insan özelliği...

En temel ihtiyaçlar piramidin tabanında yer alır. Nefes almak, yemek, içmek, ısınmak, barınmak gibi fizyolojik ihtiyaçlardır bunlar. Varsayıma göre, açlık içinde birinin daha üst düzeydeki bir arzuya yönelmesi pek olası değildir. Bir üstteki katmanda güvenlik vardır. Eğer kişi kendisini, ailesini ve içinde bulunduğu toplumu güven içinde hissederse bir sonraki katmandaki ihtiyaçları tatmin etmeye yönelebilir. Üçüncü katmanda ait olma ve sevgi gereksinimi vardır. Yani yaklaşık olarak başkalarıyla ilişki kurmak, kabul edilmek ve bir yere ait olmak... Daha da yukarı çıkıldığında saygınlık ve değer gereksinimi vardır ki bu prestij, başarı, yeterli olmak, başkaları tarafından tanınmak ve benimsenmek gibi ihtiyaçları içerir. Piramitin en tepesindeyse kendini gerçekleştirme gereksinimi vardır. Aslında anlaması çok kolay. “Aç ayı oynamaz” sözünden gidin. İnsan, bir  alt katmandaki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, yani kişilik düzeyine geçemez. Birey için o an baskın olan gereksinimler hangi katmana aitse, kişiliğin gelişmişlik düzeyi de onun tercihinden bağımsız olarak bu gereksinim katmanına karşılık gelen düzeyde olabilir (istisnalar dışında). Yani denmektedir ki, karnını doyurabilen ama ciddi biçimde güvenlik sorunu olan birinin kendini geliştirmeye dönük bir kitabı okuması pek de beklenemez. Piramitin tepesindeki katmana gelelim: Kendini gerçekleştirme... Teoriye göre kişi ancak diğer ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, kendini gerçekleştirmeye odaklanabilir.  


Kendini gerçekleştiren insanların özellikleri nelerdir?

Kendi özelliklerini kabul etme ve demokratik dünya görüşü: Kendini gerçekleştirmiş insanlar, geçmişleri, şu anki konumları, sosyo-ekonomik, kültürel düzeyleri ne olursa olsun kendilerini ve diğerlerini oldukları gibi kabul etme eğilimi gösterirler. Suçluluk duymadan ve kısıtlamalardan uzak biçimde, kendilerinden ve hayatlarından keyif alırlar.  

Gerçekçilik: Kendini gerçekleştirmiş insanların bir diğer özelliği, gerçekçilikleridir. Bilinmeyen veya farklı olan şeyler karşısında korkulu olmak veya yok saymak yerine, mantıklı bakış açısı sergilerler.
Sorun odaklı olmak: Yine bu kişilerin, kişisel prensipleri ve sorumluluk bilinçleri gelişmiştir. Gerçek sorunlarla uğraşmaktan zevk alırlar ve diğer insanların da hayatını güzelleştirmek isterler.
Doruk deneyimleri: Bu kişiler de sıklıkla doruk deneyimleri olur. Doruk deneyimi çoşku, merak ve huşu yani handiyse dehşetle karışık saygı, zaman ve mekan kavramının unutulması gibi hislerle belirlidir (Ki bu ayrı bir yazı konusu). 
Otonomi: Bu kişiler diğerlerinin mutluluk ve memnuniyet tanımlarına uymak zorunluluğu hissetmezler. Bu otantik bakış açısı, kişinin o anı yaşaması ve her deneyimin güzelliğini takdir etmesine sebep olur.
Tek başınalık ve gizlilik: Bu kişiler tek başınalıktan (yalnızlıkla karıştırılmamalı) zevk alırlar ve gizliliğe önem verirler. Diğerlerinin dostluğundan zevk alırken, kendilerine zaman ayrımak, kendilerini keşfetmeye önem vermek gibi  öncelikleri de vardır.
Derinlikli mizah anlayışı: Kendilerine ve durumlara gülebilirler ama başkalarının duygularıyla dalga geçmezler .
Spontanlık: Açıklık, geleneklere yapışıp kalmamak ve spontan olmak. Genel kabul gören sosyal beklentileri gerçekleştirmek için düşüncelerinde ve davranışlarında kendilerini hapsolmuş hissetmezler.  
Yolculuktan keyif almak: Somut bir hedefleri olsa da, olayları başı ve sonu olan şeyler olarak görmezler. Bir şeyi başarmak için çıkılan yol da önemli ve keyiflidir.

Bir üst katmana hazır olmak

Bütün bunlara ne kadar yakınsınız bir bakın. Fakat piramidin en tepesini arzu edenlere bir şey söylemeliyim. Orayı var etmek için geçmeyi beklediğiniz alt katmanlara ne gibi yükler ve beklentiler eklediğinize bir daha bakın. Güvenlik veya ait olma gereksiniminiz, sizin için ne zaman tam anlamıyla tatmin olacak? Daha üst katmanı harekete geçirecek doyum halinize ne zaman ve neyle ulaşacaksınız? Etrafımızdaki bir çok şey, o katmanları iyice büyütüp genişletirken hangi noktada bir üst katmana hazır hissedeceksiniz kendinizi? 
Dahası, size bir sır vereyim isterseniz. Benim bildiğim, gördüğüm, tanıdığım kendini gerçekleştirmiş bireylerin hemen hemen hepsinin temel özelliği alttaki katmanları bir güzel, tıkabasa yaşamış, halletmiş, doldurmuş olmaları değildi. Bir biçimde o katmanları çokca değil anlamlı biçimde doldurmuşlar, hatta bazılarını önemsiz hale getirmişlerdi. Güvenlik gereksinimi katmanını geçmek için kapısında güvenliği olan bir sitede oturmayı veya ölümsüz olmayı beklememişlerdi. Hele hele ait olma gereksinimi içeren katmandan beklentileri hiç de fazla değildi. Zaten bu katmandan beklentisi fazla olan birisiyle piramidin tepesine ait olan özelliklerin nasıl da çeliştiğini anlamışsınızdır.

Cem Mumcu

10 Mart 2011 Perşembe

Denk geldim... (1)

"Bir karga ile bir leyleğin beraber uçtuğunu, beraber yemlendiğini gördüm. Şaşırdım-kaldım; derken aralarındaki birlik nedir onu bulayım diye hallerine dikkat ettim. Şaşkın bir halde yaklaştım. Baktım, gördüm ki ikisi de topaldı... (Bir kuşun kendi cinsinden olmayan bir kuşla uçmasının, yayılmasının sebebi.)"


Mesnevi II. Cilt

Karar verme sürecimizin ne kadar batılı oldugu üzerine...


Economist dergisinde yayınlanan alttaki yazıyı okuyunca bugun mevcut analizlerin ne kadar batılı düşünce tarzı üzerinden yapıldığını ve hatta bu analizleri çürütmek için yapılan çalışmaların da bir o kadar batılı oldugunu düşündüm. Bütün sistem batılı... Şöyle ki, 2 marshmallow yemek için sabır gösteriyorsanız, okulda da çok iyisymişsiniz. Bunun sebebi bence, mevcut okul sisteminde de  bürün sistem 2 marshmellow yeme fikrinin, 1 marshmellow yeme fikrinden daha iyi olduğu düşüncesi üzerine inşaa edildiğinden, sonucun bu şekilde olmaması zaten garip olurdu. Siz, 2 marshmellow yemek istemiyorsanız, sadece 1 tane ile gözünüz doyuyorsa ve bu sebeple beklemek yerine önünüzde duranı yiyorsanız, okulda da basarısız olacaksınız, kuşkusuz! Zira bütün okul sistemi de zaten bu düşünce sistemi üzerine kurulu... Para, daha fazla olmalı! Her türlü "madde" den daha fazla elde etmek varken daha azına sahip olmak başarısızlık demek! 

Kesinlikle Eflatun'un "önemli olan; hayatta en cok seye sahip olmak değil, en az seye ihtiyac duymaktır..." sozunu benimsemiyorum. En cok seye sahip olmaya calışmak nasıl hastalıklı bir durum ise, bence sürekli en aza ihtiyac duymak için kasan insanlarda gayet yoruluyorlar bence. Neye ihtiyac duydugunuz bence kilit nokta... Hiç bir zaman daha üst model bir arabaya ihtiyac duyacagımı sanmıyorum, ama beni manevi olarak tatmin eden bir seyden daha fazlasına ihtiyac duymam kötü bir özellik değil bence. Diyecegim sudur ki; batılı dünya bize "daha cok, daha daha.. " gibi bir düşünce yapısı empoze etti, doğrudur... Herseyde oldugu gibi bir düşünce yapısını oldugu gibi kabul etmek ne kadar yanlışsa, tamamen reddetmek de o kadar yanlış. Dolayısıyla bize empoze edilen bu düşünce yapısını, lehimize çevirmek de bizim elimizde. 

Manifestom: BANA MANEVİ TATMİN VEREN HER SEYDEN DAHA COK İSTİYORUM VE DAHA FAZLASINA İHTİYAÇ DUYUYORUM. BU BENİM NEFES ALMAMI KOLAYLAŞTIRIYOR...VE BANA MANEVİ TATMİN VERMEYEN YA DA BUNA ENGEL OLAN HER SEYİ DE HAYATIMDAN ÇIKARTIYORUM, TEK TEK..

Asagıdaki yazıda son kısımda bir de sunu demiş; arkadas ve es gibi insanı en mutlu eden kararlar rasyonel bir sekilde yapılmaz demiş... Buna da kısmen katılmıyorum. Evet "rasyonel" eşi secmek kadar sacma bir sey yoktur ama arkadaş veya es secimlerinde matığın rol oynadığı aşikar bence...Eger uzun vadede biriyle mutlu olamayacığınızı görebiliyorsanız, körü körüne devam etmek bence gayet mantıksızdır. Arkadas seciminde de, es seciminde de, o kişinin yanında ne kadar oldugunuz gibi olabiliyorsanız, ne kadar açık olabiliyorsanız, ne kadar cok sey paylasabiliyorsanız, ekstra caba sarfetmeden, sürtünmeden dolayı min. enerji kaybıyla o ilişkiyi (es veya arkadas) devam ettirebiliyorsanız, bundan daha mantıklı ve daha mutlu eden bir karar olabilir mi? :) 

Babam hep, annemi ne kadar cok sevdiğini her ortamda dile getirir ve bunun onun erkekliğini zedelediğini filan da hiç bir zaman düşünmez. Ve hep ekler: "evlenmeye karar verirken, benim için duygusal olduğu kadar, mantıklı da bir karardı. Hayatımda her konuda bana hep destek olmuştur." Çok ilginçtir, babam bir de hep annemin kendisinden çok daha zeki oldugunu vurgular ve annemin fikirlerinin onun için ne kadar önemli oldugunun altını çizer ve bundan da zerre gocunmaz. O, 53 yasında, küçük bir kasabada doğmuş ve buna ragmen kendini toplumun empoze ettiği düşüncelerden arındırmayı başarmış. Hala bizim jenerasyonumuz bile bu noktadan oldukça uzakta bence. Çoğumuz hala "kadın dediğin, erkekten bir adım geride durmasını bilecek" mantalitesinde. Önünde dursun demiyorum ama bazı konular vardır, biri öndedir, bazı konular vardır diğeri öndedir, neyin savaşı bu? Lütfen biri bana bunu anlatsın, ben kayboldum... Ve ayrıca "Eşim benim için duygusal olduğu kadar mantıklı da bir karardı!" demenin neresi kötü, neresi sığ, neresi çıkarcı, allah aşkına? 

Manifestom; EVET, UZUN VADEDE MUTLU OLABİLECEĞİN KİŞİ DUYGUSAL BİR KARAR OLDUĞU KADAR MANTIKLI DA BİR KARARDIR... BEN İNANIYORUM, KARAYI GÖREBİLECEĞİM...:)


Making the right decisions

FORTY years ago Walter Mischel, an American psychologist, conducted a famous experiment. He left a series of four-year-olds alone in a room with a marshmallow on the table. He told them that they could eat the marshmallow at once, or wait until he came back and get two marshmallows. Recreations of the experiment on YouTube show what happens next. Some eat the marshmallow immediately. Others try all kinds of strategies to leave the tempting treat alone.
Nothing surprising there. The astonishing part was the way that the four-year-olds’ ability to defer gratification was reflected over time in their lives. Those who waited longest scored higher in academic tests at school, were much less likely to drop out of university and earned substantially higher incomes than those who gobbled up the sweet straight away. Those who could not wait at all were far more likely, in later life, to have problems with drugs or alcohol.
In his fascinating study of the unconscious mind and its impact on our lives, David Brooks uses this story to illustrate how the conscious mind learns to subdue the unconscious. This is not a question of iron will, but about developing habits and strategies that trigger helpful processes in the unconscious, rather than unproductive ones. What matters is to learn to perceive property, people or situations in ways that reduce the temptation to lie, to steal or behave in a self-destructive way.
In building his argument, Mr Brooks, a columnist on the New York Times, uses as his framework the lives of two imaginary characters, Harold and Erica, whom he follows from cradle to grave. This deliberate homage to Jean-Jacques Rousseau’s 1762 work, “Emile: or On Education”, is not a success. Rousseau’s book was banned and burned by angry readers. Harold and Erica are not that interesting, and they do get in the way of Mr Brooks’s otherwise intriguing argument.
The author’s aim is to show how recent research has illuminated the complex processes of the brain. “We have inherited an obsolete, shallow model of human nature,” he argues. Study after study, many of them little known, show that people take decisions about their jobs, relationships, actions and morals in ways that involve a complex interaction between the conscious and the unconscious mind. The most important decisions begin in the realm of the unconscious, although they are often influenced by the conscious.
The shaping of this delicate balance begins early in life: the children who were best at leaving their marshmallow on the plate tended to come from stable, organised homes. Culture and the community in which a child is raised help to build the way the conscious and unconscious intertwine. Mr Brooks recounts a survey of diplomats who failed to pay parking fines in New York. By far the worst non-payers came from countries where corruption is endemic: Egypt, Pakistan, Nigeria and so on. By contrast, diplomats from Sweden, Denmark, Japan, Israel, Norway and Canada had no unpaid fines at all. “Thousands of miles away from home,” Mr Brooks writes, “diplomats still carried their domestic cultural norms inside their heads.”
What does all this mean for public policy? Mr Brooks complains that policies too frequently rely on an overly simplistic, rationalist view of human nature. That may be true, but all too many daft policies rely on the collective reluctance of the voters to leave marshmallows uneaten on the table. More to the point, how can a country curb crime, create true equality and reduce the social and economic costs of bad decisions? Education systems exist mainly to build the rational mind, and yet the decisions that are most important in making people happy are the ones in which reason plays little or no part: the development of friendships and the choice of a spouse. Public policy has largely ignored this.
So Mr Brooks has done well to draw such vivid attention to the wide implications of the accumulated research on the mind and the triggers of human behaviour. But more books, preferably without Harold and Erica, remain to be written about the way societies should respond to what we now know.
Economist, 03/03/2011

6 Mart 2011 Pazar

Ezici çoğunluk...

Yasıtlarımının genelde hep aynı tarz bir düzeni var; bir şehirde doğulur, lise orada bitirilir, sonra İstanbul’a üniversiteye gelinir, üniversite bittikten sonra İstanbul’da iş bulunur ve hayat başlar... Çalışmaya başladıktan 2-3 sene sonra evlenilir, ya üniversiteden beri birlikte olunan biri ile ya da iş yerinde tanışılan biri ile. Bu düzenden gelen insanlar genelde birbirini çok iyi anlar, çok iyi arkadaş olur ve çoğunluktadırlar hatta “ezici çoğunluk” da denilebilir...

Benim ise hayatım biraz değişik seyretti ve dolayısıyla “ezici çoğunluğun” un bir parçası olamadım ve olamıyorum...Insanın hayatında köklü değişimler yaşaması onu hem çok derinden sarsıp ala bora ediyor hem de onu olgunlaştırıyor bence. Orta okulda dilini bile bilmediğim bir ülkeye, Almanya’ya, aniden taşınmam, bütün sevdiklerimi geride bırakmam ve orada sıfırdan herseye baslamam çok sancılı olmuştu ama bana cok sey kattığından da suan 28 yaşındayken eminim. Bir süre sonra geri döndük ama yine bıraktığımız şehre değil başka bir şehre...Lise burada bitti ve üniversite için yine başka bir sehir; İstanbul... O dönemde “ben artık sehir-ülke değişikliği istemiyorum” desemde,  olmadı ve tercih listemdeki tek İstanbul seceneği tutmuştu bile...İstanbul’da üniversite bitti ve Londra’ya gittim, 1 sene de orada kaldım, ve bu sefer ilk defa bıraktığım şehre geri döndüm; Istanbul... Dedim ya “ezici çoğunluğun” bir parçası olamadım, bıraktığım şehre ilk defa geri döndüm ama “ezici çoğunluk” ile cok zor baristim ya da belki de hala barisamadim...

Aslında bana sorarsanız güzel şeyler ögrenmiştim ben bütün bu yolculukarım esnasında. Almanya’da din dersleri seçmeliydi ve ben inançsızların gittiği etik dersine giderdim. Orada hocamız bize insanların “iyi ve güvenilir” olduğundan yola çıkmamız gerektiğini anlatmıştı. Ne kadar güzel di mi? Biriyle tanıştığınızda, size sürekli zarar verecekmiş gibi, potansiyel suçlu gibi onlara yaklaşmamak, açık olmak, yargılayıcı olmamak...  “Ezici çoğunluk” pek sevmedi bunu.... Hayatımda ilk defa uyum sağlamada zorlandim... Aslında tanidiğımı düşündüğüm bir yerde, bırakıp geri döndüğüm bu şehirde, Istanbul'da...

“İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki'ni keşfetmek…”  Hepimizin içinde semavi bir öz var bence... İnsanların hayatına değer katanlardan olmak istesek, onları yok eden taraf olmaktansa. Okudugumuz bir kitap, ürettiğimiz bir düşünce ile insanların ufuklarını açsak ne olur?

İçler nefret ve kin dolu... Bizim kültürümüzde son derece belirgin olan bu ketumluğun, güç gösterme hırsının sebebi nedir? 

Bana sorarsanız kendine güvensizlik... 

Kendine bile güvenmeyen bir insan diğer insanlara nasıl güvensin? 

Tesadüfler Kraliçesi

5 Mart 2011 Cumartesi

Today (Yael Naim)

İfadenin güvenli oluşu konuşmacının düşüncesine nasıl kanatlar takarsa, müzik de duyguya öyle... (Goethe)

Today 

today I'm looking at the world
and I see ugliness and beauty neighbours
and angel lives inside a liar
and he doesn't even know
that he has all this inside him

it's been seven years since I've been looking for
and I was crying for more

today I'm taking back my world
'cause I've judging everybody
so easily
instead, I show you who I am
a liar, an angel, a generous egoist genius coward

it's been seven years since I've been looking for
and I was crying for more

today I'm looking at our world
and I think choices are everywhere every second
we choose to love, choose to hate
choose to lose or win
to take a risk or to give up

'cause it's been seven years since I've been looking for
and I was crying for more
it's been seven years since I've been looking for
and I was dying for more

today I'm celebrating our insanity
'cause we are loving unreasonably
we lost our hold
no promises
no signs of where to go
just a pure moment of joy


it's been seven years since I've been looking for
and I was crying for more
it's been seven years since I've been looking for
and I was crying for more
Yael Naim

26 Ocak 2011 Çarşamba

Özgür dünya, yalan dünyaya karşı!

Özgür olmak her şeyden önce senin dışındakileri de özgür bırakabilmektir; ruhlarını, düşüncelerini, davranışlarını, ONLARI... Geleneksel öğretilere uymak insana kendini emniyette hissettirir ama akıl ne kadar emniyette ise o kadar geriliyor demektir... Akıl, gelişmek için özgürlük ister !!! Kendini geliştirmek aklını geliştirmektir, düşünce yapını tazelemektir, kendini değiştirmektir...  

Tesadüfler Kraliçesi

2 Ocak 2011 Pazar

Güzel bir mesaj aldım!

Hayatıma yüksek lisans yaparken girdi, diplomamdan çok onunla tanıştığıma sevindim desem yeri var; Elif... Tanıdıkça çok sevdik birbirimizi, güzel güzel anılar biriktirdik ne Londra'sı kaldı ne Afirika'sı birlikte gezilmedik. Evlenecek Elif yakında, 3 yıldır birlikte yaşadığı Alman enişteyle. Ani bir kararla Londra'dan Frankfurt'a taşındılar. Dünyanın en tatlı, en kısa boylu çifti.. :) Seni çok seviyorum, Elif... Çok da özledim...

Aşağıdaki mesajı yollamış bana yeni yıl için, benim çok hoşuma gitti ve paylaşmak istedim... Umarım hiç kimsenin değnekten atı eksik olmaz...

İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler.  Piknik yerine vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklar babalarıyla birlikte yürüyüşe çıkar.  Uzun bir yürüyüşten sonra  oldukça yorulan küçük çocuk yalvarırcasına bakan gözlerle, 'Babacığım çok yoruldum. Lütfen beni kucağında taşır mısın?' der. Baba; 'Ben de yorgunum oğlum'' der demez çocuk ağlamaya başlar. Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser.  Dalı bıçakla biçimlendirip, çocuğa zarar vermeyecek biçimde yontar.  Sonra dalı oğluna verir. 'Al oğlum, sana güzel bir at' der.  Çocuk sevinçle dal parçasından yontulmuş ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak annesinin yanına doğru gitmeye başlar.  Babasını ve ablasını geride bırakmıştır bile... Baba gülerek kızına: 'İşte yaşam budur kızım.  Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin.  İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşe ile yoluna devam et.  Bu at, bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir yada bir çocuğun tebessümü olabilir.' der

****Değnekten atınız hiç eksik olmasın.****

1 Ocak 2011 Cumartesi

"Otuz iyidir; çünkü..."



Okudugumda cok hosuma gitmişti. Gecen gün, 1-2 arkadaşımın yaşlanmaktan korkmaları üzerine onlar için buldum ve tekrar okudum. Okudukça daha çok hoşuma gitti nedense...Ve paylaşmak istedim, gelecek yaşlarımıza hayıflanmak yerine onlara umutla bakabilmemiz ve barışık olabilmemiz için...

   Çünkü, yirmiler bitmiştir. Ne yapacağını bilememenin, rüzgarlara kapılıp kendini tanımadığın kıyılarda bulmanın, o kıyılardan tekrar kendine dönmeye çalışmanın yaşları yirmiler, nihayete ermiştir. 
    Başka başka adamların ve kadınların peşinden kendinden epey uzaklara gidip, sonra o tanımadığın yerlerden kendine dönmeye çalışmadın mı?
    * * *
    Çünkü, artık çocuk değilsin. Çocuk kalmak üzerine yapılan edebiyatları koy bir kenara, hepsi saçmadır aslında. Büyümek iyidir. Çocuklar insana yakışmayacak kadar acımasız olabilirler. Çocuklar insanlara hak etmedikleri merhametleri gösterebilirler. Çocuklukla ilgili bir tek "şaşırmak yeteneğini" alabilirsin yanına. Almalısın, becerebilirsen mutlaka! 
    Çocuk sanıp seni aslında hiç de çocukça olmayan cümlelerini gürültüye getirmediler mi? Şimdi sen de "büyüklerin" arasındasın, sözlerinle onların ağırlığındasın.
    * * *
    Çünkü gövdenin bir rahiyası var artık; yaşadıklarından dolayı ağır ağır birikmiş. Uçuşamayacak kadar ağırsın şimdi. Kendini kaldırıp oradan oraya koymak istediğinde bunu nasıl yapacağını öğrenmiş olduğun için hafif. 
    Çakılıp kaldığın zamanlarda nereye, nasıl gidileceğini, varılacağını bilmediğin için donup kalmadın mı kendinin karanlıklarında? Şimdi sen kedine alışıksın. Dibe vuran hallerine, sonra nasıl çıktığına alışıksın. Şimdi artık sen kendinin düşmüş ve kalkmış hallerine tanıksın. 
    * * *
    Ömrün en güzel yerindesin. Gençliğin tatlılığıyla ihtiyarlamanın bilgeliği arasındaki en tepedeki noktada duruyorsun. İster yine uçuşur ister beğendiğin yerde durursun.
    Şimdi sen büyük yolculuklara hiç korkmadan çıkabilirsin. Şimdi sen tam kendine göresin.
    * * *
    Artık başkalarının senin hakkında düşündükleri de önemli değil. Sen artık bir kayalıksın, hayat eteklerine dalga dalga vuruyor. Sözler, kötülükler, su kabarcıkları gibi sönüveriyor. Sen yine orada duruyorsun. Rüzgar uğulduyor tepelerinde; sanki gülüyorsun. 
    Tin tin tini mini hanım gibisin. Peşinde bir rüzgarla yürüyorsun sanki. Sen yürüdükçe rüzgar estiriyorsun. Böyle hissetmek iyi geliyor ya da. Ama kendini sevme işini abartmayacak kadar da kendini biliyorsun. Efendisin, iyisin. Canın fena sıkılsa da ara sıra artık kendini tedavi etmeyi biliyorsun. 
    * * *
    Otuz iyidir. Çünkü sen otuzsun. Bu kadar. Kendinin tadına bakıyorsun. Dünyaya gelmiş ve yürümekte olan birisin. Bir gün gideceksin. Sen bu halin tadına bakıyorsun, bu gövdenin içinde olmayı, böyle bir beyin ve böyle bir kalp taşıyor olmayı elinden geldiğince deniyorsun. Şimdi sen artık abartmıyorsun. Abartmadığın için zaman daha az sürtünüyor sana. Sen artık daha ziyade tıngır mıngır cümleleri seviyorsun. Tıngır mıngır... Tıngır mıngır... Ellerini başının arkasına koyup, ayaklarını şöylemesine uzatıp dünyanın hallerine bakıyorsun. Dünya da senin hallerine... Otuz iyidir. Çünkü sen şimdi otuzsun!



Ece Temelkuran