Hakkımda

Fotoğrafım
Merhaba! Ben "Tesadüfler Kraliçesi"...Hayatta bir cok seyin tesadüf olduguna inanıyorum. Tesadüfen tanıştığım ve sevdigim insanların hayatımda varlıklarını sürdürmeleri benim için çok önemli...Tesadüfen sevdiklerimle, "merak" duygumun bir sonucu olarak, üzerine düşündüğüm seyleri paylasmayı da seviyorum... Bu blogu okuyorsanız, muhtemelen tesadüfen tanıştıgım ve sevdiğim bir insansınız...

20 Ocak 2013 Pazar

İpekböceği Özgürlük Modeli

Bugün Gündüz Vassaf’ın “Özgürlük nedir?” başlıklı bir köşe yazısı vardı, onu okudum. Sonra da Yıldız Silier’in Oburluk Çağı kitabında özgürlükle ilgili çok sevdiğim bir kısım* vardı, onu okudum tekrar. Bir çoğumuz özgürlük hakkında ahkam kesiyoruz sürekli ama acaba kendi özgürlük tanımımız üzerine oturup ne kadar kafa yoruyoruz?

Etrafımda özgürlük kavramıyla bir “dava”sı olanlara baktığımda, genelde hep huzursuz ruhlar olduklarını görüyorum. Yani iç huzuru olan ve kendi halleriyle memnun olanların genelde özgürlükle ilgili bir davası olmuyor.  Huzursuz ruhlar, beslenmesi zor olan ruhlar, doymak bilmeyen ruhlar oluyorlar, hep eksik bir şeyler buluyorlar. Bir şeye ihtiyaç duyuyorlar, sonra onu alınca yine eksik başka bir şey kalıyor.. Ve bu böyle devam ediyor... Ve sanki bu huzursuz ruhlar aradıkları şeyin adını “özgürlük” koyunca, doyuramadıkları ruhları ve hep eksik kalan o bir tarafları meşrulaşıyor! Zira özgürlük duygusu genellikle tanım itibariyle zaten hiç bir zaman tamamlanamayacak bir duygu haline geldi...  Dolayısıyla huzursuz olmaları için geçerli sebepleri oluyor, huzursuz ruhların. Onlar özgürlüğün peşindeler, alışınca bir şeyi bırakıp gidebilme özgürlüğünün peşindeler, alışkanlıkları reddetme peşindeler, eksik olan taraflarının zaten hiç bir zaman tamamlanamayacak bir şeyle doldur(ama)maya çalıştıklarından, huzursuzluklarını aslında haklılaştırma peşindeler... Ve bence Halil Cibran çok haklı : “ne zaman ki özgürlüğü arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı keserseniz, işte ancak o zaman özgür olabilirsiniz...”

Gündüz Vassaf yazısında özgürlüğün zıt anlamlısının "alışkanlık" oldugunu söylemiş.Özgürlük bu kadar iyi bir şeyse, ki elbette öyle, zıt anlamlısı da o kadar kötü olmalı, di mi? Alışkanlık sahiden de bu kadar kötü bir şey mi? Alışma duygusu olmasaydı, insan acaba hayatta kalabilir miydi? Alışma duygusu olmasaydı insan sevdiklerinin kaybını nasıl normalleştirebilirdi? Alışma duygusu olmasaydı insan “değişim”e nasıl ayak uydurabilirdi? Alışma duygusu olmasaydı zaman nasıl “ilaç” olabilirdi? Alışma, bence iyi veya kötü bütün duygu dalgalanmalarını normal seyrine indirgeyen ve aslında insanın iç huzuru için  elzem olan, gayet aslında faydalı tarafları da bulunan bir şey. Bu derece negatif bir şeymiş gibi lanse edilmesi de beni oldukça rahatsız etmeye başladı. İnsanın hem kendi kendine ve hem de etrafındaki insanlara huzur verebilmesi, kendisini sürekli bir “savaşçı” gibi görmemesi için, “alışkanlık” ile barışabilmesi gerekli bence.. Ve bence alışkanlık kati-iyen benim özgürlük tanımımın zıt anlamlısı olamaz!

Benim tanımıma gelince... Şimdiye kadar denk geldiklerim arasından en çok Yıldız Silier’in yazdığını kendimle bağdaştırdım ve bu benim de tanımım olmalı dedim; ipekböceği özgürlük modeli!  

“Hayat, kendi halinde bir insanın kendini kaybetmeden arkasında küçük de olsa bir iz bırakma mücadelesi” ise, ben ipekböcekleriyle aynı özgürlük tanımını benimsemek istiyorum, huzursuz ruhların tatminsizliğinin içinde saklandığı parlak, renkli paket olan özgürlük tanımını değil....


* Yıldız Silier’in “Oburluk Çağı” kitabından en sevdiğim kısım:

Yeni renkler peşinde, rüzgârın estiği yöne doğru sürüklenen (kolayca manipüle edilebilen, baştan çıkartılabilen) bir kelebeğe benzeyen hazcı birey ile tutkuyla bağlandığı bir idealin etrafında dönüp durarak kozasını ören ipekböceğine benzeyen etik birey arasındaki ayrım, günümüzde ne olduğumuza ve ne yaparsak hayatımızı daha anlamlı kılabileceğimize dair ipuçları barındırıyor. Oysa dışarıdan baktığımızda, çiçekten çiçeğe tasasızca uçan bir kelebek bize özgürlüğü çağrıştırıyor; kendisini kozasının içine hapseden ipekböceğinin ise özenecek bir yanı yokmuş gibi geliyor. Kelebek sadece şimdiyi yaşarken, ipekböceğinin şimdisini, gelecekte ne olacağı belirliyor.

 Kelebeği daha özgür olarak görmemizin altında özgürlüğü sonsuzlukla ve sınırsızlıkla ilişkilendirmemiz yatıyor olabilir. Halbuki, matematikte değişik sonsuzlukla arasında yapılan ayrıma göz attığımızda, sağduyuya ters gelen, çok şaşırtıcı bir sonuçla karşılaşırız. Cantor’un çapraz ispatına göre, mesela 0 ve 1 arasındaki bütün noktaları belirten reel sayıların kümesi (sınırlı bir sonsuzluk), tüm tam sayıların kümesinden (sınırsız bir sonsuzluk) daha büyüktür. Bu sonuçtan çıkarak özgürlüğün anlamına dair farklı bir sezgi geliştirebiliriz. Hazcı/obur birey, acıdan kaçar ve zevk peşinde koşar; oysa hayatta sonsuz sayıda acı ve zevk olduğu için, hiçbir zaman “tam” hale gelemez. Oysa, kendi sınırlarını belirleyebilen birey, bu sınırlı alanda sonsuzu yakalayabilir. Örneğin kendine uygun yeteneklerini kullanabileceği bir mesleğe sahipse, her gün “aynı” işi yaparken bile kendini gerçekleştirebilir. Değerini bildiği, özen gösterdiği, kafa dengi birkaç arkadaşı olan birinin, internette bişr sosyal paylaşım ağında 1000 “arkadaşı” olan birine göre çok daha sahici ve dingin olması gibi. Çağımızda her şeyin daha fazlasının, daha büyüğünün, daha gösterişlisinin daha iyi olduğuna şartlandırılmışken, sadeliğin, az ve özün değerini bilmek, kendiyle barışık olmak, dış motivasyonlara muhtaç olmadan kendini motive edebilmek gibi hasletler, kısaca kendi sınırlarının farkına varıp, bütünselliğe ulaşmak gitgide zorlaşıyor. Acaba özgürlüğü, her istediğini sınırsızca yapabilmek olarak algılamamız, çağın ruhunu (şişirilmiş, botokslanmış egoların ya da narsizmin yükselişini) yansıtıyor olamaz mı?

(Narsizm ‘ısrar’ (ki vazgeçmenin reddidir) ve ‘ifrat’tan beslenir. Vazgeçebilmek ve yetinebilmek (‘Yeter’i bilirsen ‘kendine yeterli olursun!’) insan oglunun mutluluğu için elzemdir.)

Tesadüfler Kraliçesi


16 Ocak 2013 Çarşamba

Geleneksel mi, yenilikçi mi?

Hacı ninem küçükken “gezerken yere, ayak sesi duyurmadan basılmalıdır; çünkü yerin de canı vardır ve bizi başının üstünde taşımaktadır” demişti bir kere… Küçükken, aklım ermezken çok etkilenmiş olmalıyım ki bir süre masaya tabak koyarken bile “acaba masanın da duyguları var mıdır?”, diye düşünüp tabakları hızlıca çarpmamaya özen gösterdiğimi çok net hatırlıyorum.  Halbuki dünyanın en yaramaz çocuklarından da biriymişim. Yetişkinler yaramaz cocukları hakir görür ya hep, edepsiz bulurlar. Keza ben de Edirne’de ev gezmelerinde istenmeyen cocuk oldugumdan, annem bir süre cok üzülmüş. Çünkü kendisine açık açık “Burcu’da bir sıkıntı var cok hareketli” denmiş, annem de bunun kendisine bir mesaj oldugunu düşünüp kendini mümkün oldugunca ben biraz daha büyüyene kadar geri çekmiş. Hem o kadar yaramaz olup, hem de masanın da duyguları var mıdır diye düşünmek biraz tuhaf tabii... Taa o zamanlardan belliymiş hala içimde var olan tezatlar; 

Yenilikçi miyim, yoksa geleneksel mi?


Bir yandan mümkün oldugunca özgürlükçü, yenilikçi olmaya çalışırken, aynı şeylere saplanıp kalmamaya özen gösterirken, geleneksellikten de içten içe tümüyle vazgeçemiyorum.  Tamamen rasyonel veya nesnel mi olmalıdır insan gelenekselliği köşeye bırakarak, yoksa o zıtlığı da bir miktar dengelemek mi gerekir, bilemiyorum. Bana, zaten oldukça köksüz, bir orada bir burada yetiştiğimden ötürü sanırım bazı geleneksel öğelerin benimsenmesi güven veriyor. Çünkü insanlarla ilgili bazı kodlardan, olurlardan veya olmazlardan, yola çıkarak tahminde bulunursunuz. Davranışlarıyla ilgili tahminde bulunabildiğiniz insanlar ise size güven verir aslında. İşte tam da bu kadar tahmin edememe ve “her an her sey olabilir, herkesten her sey beklenir, hazırlıklı olmak lazım” mantalitesi sebebiyle modern insan şehirde kimsenin davranışını tahmin edemez oldu. Tahmin edemeyince, kendini garantiye almak adına güvenmemeyi tercih etti… “Güven” duygusunu tahmin edilebilirliği fazla olan metalarda aramaya başladı belki de, insanlarda, insanlarla olan ilişkilerinde değil. İnsanların huzursuzluğu belki de biraz bununla da bağlantılıdır, bilemiyorum… 

Belki bu ortamda, bu kadar herkesin her şeyi yapma potansiyeli olduğunun düşünüldüğü ve insanların her hangi bir etik değer tanımaksızın her seyi yapabilmeye muktedir olduğu bu ortamda, iç huzursuzluklarını gidermek için modern insan, “güvenlik ihtiyacı duygusunu” en aza indirmeye odakli uzak doğu felsefesine sardı; çıkışı orada buldu belkide, kim bilir?

Aslında,  kapıdan dışarıya çıkılırken insanların arkalarını dönmeyeceklerinden emin olmak çok da kötü bir şey olmayabilir. Ve küçük yerlerde kapı önünde ayakkabıların dışarıya değil, aslında içeriye doğru çevrilmesi gerektiğinin düşünülmesi... Ve yine bu küçük yerlerde ayakkabıların dışarıya dönük olmasının, “git, bir daha gelme” demek olacağının bilinmesi ve misafire “yine gelin, bekleriz” demek adına ayakkabıların içeriye doğru çevirilmesi ne kadar hoş bir geleneksel nezakettir…  

Geri geleceğinin sözünü vermek adına, evden arkanı çevirerek değil de, yüzün içeriye doğru dönük ayrılmak, aslında ne kadar da manalıdır…

Tesadüfler Kraliçesi