Bugün Gündüz Vassaf’ın “Özgürlük
nedir?” başlıklı bir köşe yazısı vardı, onu okudum. Sonra da Yıldız Silier’in
Oburluk Çağı kitabında özgürlükle ilgili çok sevdiğim bir kısım* vardı, onu
okudum tekrar. Bir çoğumuz özgürlük hakkında ahkam kesiyoruz sürekli ama acaba
kendi özgürlük tanımımız üzerine oturup ne kadar kafa yoruyoruz?
Etrafımda özgürlük kavramıyla bir “dava”sı olanlara
baktığımda, genelde hep huzursuz ruhlar olduklarını görüyorum. Yani iç huzuru
olan ve kendi halleriyle memnun olanların genelde özgürlükle ilgili bir davası
olmuyor. Huzursuz ruhlar, beslenmesi zor
olan ruhlar, doymak bilmeyen ruhlar oluyorlar, hep eksik bir şeyler buluyorlar. Bir
şeye ihtiyaç duyuyorlar, sonra onu alınca yine eksik başka bir şey kalıyor.. Ve bu
böyle devam ediyor... Ve sanki bu huzursuz ruhlar aradıkları şeyin adını “özgürlük”
koyunca, doyuramadıkları ruhları ve hep eksik kalan o bir tarafları
meşrulaşıyor! Zira özgürlük duygusu genellikle tanım itibariyle zaten hiç bir zaman
tamamlanamayacak bir duygu haline geldi... Dolayısıyla huzursuz olmaları için geçerli
sebepleri oluyor, huzursuz ruhların. Onlar özgürlüğün peşindeler, alışınca bir
şeyi bırakıp gidebilme özgürlüğünün peşindeler, alışkanlıkları reddetme
peşindeler, eksik olan taraflarının zaten hiç bir zaman tamamlanamayacak bir
şeyle doldur(ama)maya çalıştıklarından, huzursuzluklarını aslında haklılaştırma peşindeler... Ve bence Halil Cibran çok haklı : “ne
zaman ki özgürlüğü arama tutkusu dahi sizi rahatsız eder ve özgürlüğün bir
erek ve tatmin olduğuna dair konuşmayı keserseniz, işte ancak o zaman özgür
olabilirsiniz...”
Gündüz Vassaf yazısında özgürlüğün zıt anlamlısının "alışkanlık" oldugunu söylemiş.Özgürlük bu kadar iyi bir şeyse, ki elbette öyle, zıt anlamlısı da o kadar kötü olmalı, di mi? Alışkanlık sahiden de bu kadar kötü bir şey mi?
Alışma duygusu olmasaydı, insan acaba hayatta kalabilir miydi? Alışma duygusu
olmasaydı insan sevdiklerinin kaybını nasıl normalleştirebilirdi? Alışma
duygusu olmasaydı insan “değişim”e nasıl ayak uydurabilirdi? Alışma duygusu olmasaydı
zaman nasıl “ilaç” olabilirdi? Alışma, bence iyi veya kötü bütün duygu
dalgalanmalarını normal seyrine indirgeyen ve aslında insanın iç huzuru için elzem olan, gayet aslında faydalı tarafları da bulunan bir şey. Bu derece
negatif bir şeymiş gibi lanse edilmesi de beni oldukça rahatsız etmeye başladı.
İnsanın hem kendi kendine ve hem de etrafındaki insanlara huzur verebilmesi,
kendisini sürekli bir “savaşçı” gibi görmemesi için, “alışkanlık” ile
barışabilmesi gerekli bence.. Ve bence alışkanlık kati-iyen benim özgürlük tanımımın zıt
anlamlısı olamaz!
Benim tanımıma gelince... Şimdiye kadar denk geldiklerim
arasından en çok Yıldız Silier’in yazdığını kendimle bağdaştırdım ve bu benim
de tanımım olmalı dedim; ipekböceği
özgürlük modeli!
“Hayat, kendi halinde
bir insanın kendini kaybetmeden arkasında küçük de olsa bir iz bırakma
mücadelesi” ise, ben ipekböcekleriyle aynı özgürlük tanımını benimsemek istiyorum,
huzursuz ruhların tatminsizliğinin içinde saklandığı parlak, renkli paket olan
özgürlük tanımını değil....
* Yıldız Silier’in “Oburluk Çağı” kitabından en sevdiğim kısım:
Yeni renkler
peşinde, rüzgârın estiği yöne doğru sürüklenen (kolayca manipüle edilebilen,
baştan çıkartılabilen) bir kelebeğe benzeyen hazcı birey ile tutkuyla
bağlandığı bir idealin etrafında dönüp durarak kozasını ören ipekböceğine
benzeyen etik birey arasındaki ayrım, günümüzde ne olduğumuza ve ne yaparsak
hayatımızı daha anlamlı kılabileceğimize dair ipuçları barındırıyor. Oysa
dışarıdan baktığımızda, çiçekten çiçeğe tasasızca uçan bir kelebek bize
özgürlüğü çağrıştırıyor; kendisini kozasının içine hapseden ipekböceğinin ise
özenecek bir yanı yokmuş gibi geliyor. Kelebek sadece şimdiyi yaşarken,
ipekböceğinin şimdisini, gelecekte ne olacağı belirliyor.
Kelebeği daha özgür
olarak görmemizin altında özgürlüğü sonsuzlukla ve sınırsızlıkla
ilişkilendirmemiz yatıyor olabilir. Halbuki, matematikte değişik sonsuzlukla
arasında yapılan ayrıma göz attığımızda, sağduyuya ters gelen, çok şaşırtıcı
bir sonuçla karşılaşırız. Cantor’un çapraz ispatına göre, mesela 0 ve 1
arasındaki bütün noktaları belirten reel sayıların kümesi (sınırlı bir
sonsuzluk), tüm tam sayıların kümesinden (sınırsız bir sonsuzluk) daha
büyüktür. Bu sonuçtan çıkarak özgürlüğün anlamına dair farklı bir sezgi
geliştirebiliriz. Hazcı/obur birey, acıdan kaçar ve zevk peşinde koşar; oysa
hayatta sonsuz sayıda acı ve zevk olduğu için, hiçbir zaman “tam” hale gelemez.
Oysa, kendi sınırlarını belirleyebilen birey, bu sınırlı alanda sonsuzu
yakalayabilir. Örneğin kendine uygun yeteneklerini kullanabileceği bir mesleğe
sahipse, her gün “aynı” işi yaparken bile kendini gerçekleştirebilir. Değerini
bildiği, özen gösterdiği, kafa dengi birkaç arkadaşı olan birinin, internette
bişr sosyal paylaşım ağında 1000 “arkadaşı” olan birine göre çok daha sahici ve
dingin olması gibi. Çağımızda her şeyin daha fazlasının, daha büyüğünün, daha
gösterişlisinin daha iyi olduğuna şartlandırılmışken, sadeliğin, az ve özün
değerini bilmek, kendiyle barışık olmak, dış motivasyonlara muhtaç olmadan
kendini motive edebilmek gibi hasletler, kısaca kendi sınırlarının farkına
varıp, bütünselliğe ulaşmak gitgide zorlaşıyor. Acaba özgürlüğü, her istediğini
sınırsızca yapabilmek olarak algılamamız, çağın ruhunu (şişirilmiş,
botokslanmış egoların ya da narsizmin yükselişini) yansıtıyor olamaz mı?
(Narsizm ‘ısrar’ (ki
vazgeçmenin reddidir) ve ‘ifrat’tan beslenir. Vazgeçebilmek ve yetinebilmek
(‘Yeter’i bilirsen ‘kendine yeterli olursun!’) insan oglunun mutluluğu için
elzemdir.)
Tesadüfler Kraliçesi
