Hakkımda

Fotoğrafım
Merhaba! Ben "Tesadüfler Kraliçesi"...Hayatta bir cok seyin tesadüf olduguna inanıyorum. Tesadüfen tanıştığım ve sevdigim insanların hayatımda varlıklarını sürdürmeleri benim için çok önemli...Tesadüfen sevdiklerimle, "merak" duygumun bir sonucu olarak, üzerine düşündüğüm seyleri paylasmayı da seviyorum... Bu blogu okuyorsanız, muhtemelen tesadüfen tanıştıgım ve sevdiğim bir insansınız...

20 Eylül 2012 Perşembe

"Daha çok ölmek"


13 yaşındaydım, telefon gelmişti ve kuzenimin vefat haberi gelmişti… Askerdeydi, trafik kazası geçirmiş. Biz ise o sırada Almanya’daydık, geleli daha 1 sene olmuştu ve ben yeni yeni alışmaya başlamıştım. O ise, diş hekimiydi ve yeni mezun olmuştu.

Selçuk Abim, lisenin bir kısmında biz Edirne’de oturduğumuzdan bizde kalmıştı. O zamanlar Trakya’da bir tane Anadolu Lisesi vardı ve civardaki ilçelerden gelenler Anadolu Lisesi’ni kazanabilirlerse Edirne’da yaşamak zorundaydılar. Keza Selçuk Abim de bir süre bizde kalmıştı, sonra yurda geçmişti ama lise sonda annemle matematik çalıştıklarından hep bizde kalmıştı. Annemin meşhur “ÖYS kampının” bir üyesi olmuştu. Başarılı da olmuştu; Marmara Diş Hekimliğini kazandığı için tabii ki ailede herkes mutluydu.

Vefat haberi geldiğinde kısacık hayatımda ilk defa “hayatıma dahil olan birinin artık nerede olduğunu bilmeme fikrinin” ölümle eş anlamlı olduğunu düşünmüştüm. Olayı tam idrak edememiştim aslında, anlamaya çalışıyordum; birinin “ölmesi” ne demek? “Televizyonda sürekli ölüm haberleri izliyoruz ama yakınımızdaki biri ölünce demek ki daha çok ölmüş oluyor” diye düşünmüştüm. “Daha çok ölmek” ne demekti peki?

Kuzenimin çok sevdiği bir şair varmış ve Nermin Teyzem (Selçuk Abimin annesi) bu kişiden mezar taşına yazmak için bir dörtlük rica etmiş. O zaman aklımda kalmamıştı ismi bu kişinin sonra da Nermin Teyzem’e sormadım, bazen bazı şeyleri sormanın bir anlamı olmadığını düşünürüm. Bu da öyle anlamsız bir soru olacaktı işte. Bu kişi bir şey yazmamış ve Nermin Teyzem çok üzülmüştü, annemle telefonda konuşurlarken duymuştum. Demek ki şair için Selçuk Abim daha çok ölmemişti…

O zamanlar kendimi yalnız hissettiğimden çok yazı yazardım; günlük, mektup, şiir, hikaye vs vs… Maalesef şiirlerim bile vardı, platonik olarak hoşlandığım çocuklara yazardım. O çocuklar onlara şiir yazmış olan birinin varlığından haberdar olsalar ve ben ölsem acaba onlar için  “daha çok ölmüş” olur muydum? Pek sanmıyordum… “Demek ki” demiştim o zamanlar, “birinin daha çok ölmesi için bizim ne hissettiğimiz mühim olan.” 13 yaş için pek de fena bir neden sonuç ilişkisi sayılmazmış, şimdi geriye baktığımda…

Aslında o ismini hatırlayamadığım şaire ben o kadar da kızmamıştım. Bunun yerine kendim Selcuk Abim için bir şey yazmıştım. Çok çocukça olsa da, benim için Selçuk Abim’in “daha çok öldüğünü” dünyaya sessiz bir serzenişle ifade etmenin bir yoluydu belki de. Kim bilir? Anneme göstermiştim ve o da Nermin Teyzem’e söylemiş ve çok mutlu olmuş. Benden, 13 yaşındaki benden, yazdığımı onlara göndermemi rica etmişlerdi…

Selçuk Abim’in mezar taşında benim yazdığım dörtlük durur…

“Şu an nerede olduğunu bilmiyor olsam da” şeklinde bir kısım vardı. Türkiye’ye yollarken, annem orayı çıkartmam gerektiğini, Türkiye’de insanların askerdeyken ölen kişilerin şehit olduğuna ve şehitlerin cennete gittiğine inandıklarını söylemişti. Ve o kısmı çıkartmıştık...

Anlayamamıştım, hala da anlayamıyorum….

Ben aslında Selçuk Abim'in benim için, o ismini hatırlayamadığım şairden "daha çok öldüğünü" anlatmaya çalışıyordum, 13 yaşındaki bir çocuğun soru işaretleriyle...

Tesadüfler Kraliçesi

Geleceğe Mektup

Seninle belki tanıştık, belki hala tanışmadık veya belki de hiç tanışmayacağız bilemiyorum… Ama işini kolaylaştırmak isterim; eminim sen de herkes gibi yorgunsundur…

Artık öğrendim; “gizem” dopamin seviyesini arttırdığından, aşk duygusunu tetiklermiş. Meğer ondan gizemli hatunlara aşık olurmuş erkekler ve etrafımdaki kadınların çabası ondan sebepmiş. Ben o aranılan gizemli kadınlardan biri değilim, bunu bilesin… Aslına bakarsan belki kassam olurum. Ama biliyor musun? Hiiiç buna niyetim de yok! Eğer beni ilk tanıdığında sana gizemli geldiysem ve zamanla bu geçiyorsa, bil ki bu senin o hormona ihtiyaç duymandandı, ben gizemli olduğumdan değil.  Ve bil ki, sen bu hormona ihtiyaç duydukça, birçok kadın sana, belki de hiç olmadıkları halde, gizemli gelecekler. Ve sen hayal kırıklıklarından dolayı suçu hep dünyaya atacaksın muhtemelen… Eğer bir an olsun benimle ilgili bunu düşündüysen, hemen aklından o fikri çıkart!  O kadın ben değilim! O kadın senin kafanda yarattığın resimden kadın!

“Cool kadın” arayışın varsa… Yine yanlış yerdesin! Asla o ben değilim ve olmayacağım da… Bazen çok çoçukça bulacaksındır beni. Çok kolay ağlarım mesela, biraz şefkat gösterip başımı okşaman kafi kendime gelmem için. Ama çok kolay da gülerim. Kahkaha atmayı da çok severim ayrıca, hem de yüksek sesle! Konuşmayı da çok severim, başımdan geçen olayları, o anın heyecanını yaşayarak ve yaşatarak anlatmayı pek severim… Bazen anlattığım şeyler hiç ilgini çekmeyebilir ve gözlerinden nezaketen beni dinlediğini anlıyorumdur muhtemelen, merak etme… Buna asla alınmam, emin ol konuyu toparlamak için can atıyorumdur o esnada. Cool bir kadının sahip olmaması gereken çoğu özelliği bende bulabilirsin… Bunlar sadece bir kısmı!

İnsanları etkilemek gibi bir derdim yok, o sebeple kafama göre davranmayı tercih ediyorum. Ruh serbestisini çok önemserim! Birbirinden alakasız yerlere gidip, birbirinden alakasız şeyler yapıp, birbirinden alakasız şeyler dinleyip, hepsini de yaparken müthiş bir keyif alabilirim… Ne yaparsam yapayım, benim için aslolan "keyif" alabilmek ve  verebilmektir! Bunu oturmuş bir tarzım olmamasına bağlayabilirsin. Senin tercihin! Ama beni biraz tanırsan ve derinlere inersen özellikle belirli bir “kimliğe” sığmamaya çok özen gösterdiğimi anlayacaksındır. Bir tutarlılık arıyorsan, ilkelerime bak, şeklen yaptığım şeylere değil… Muhtemelen ben de aynısını yapıyorumdur. “İlke” ve "ruh serbestisi" hayatta en önemsediğim şeylerden biridir!

İnsan hep güçlü olmaya çalışır ya, ben de çalışıyorum elbet. Ama biliyor musun, zayıf noktalarımı göstermekten ve dile getirmekten de çekinmem pek. Zamanla görürsün acizliklerimi, ya da belki çoğunu gördün bile… Sadece Tanrı’nın kusursuzluğa hakkı olduğunu, hiçbir insanın kusursuz olmaması gerektiğine inanıyorum. Acizliklerimiz ve güçsüzlüklerimiz var, olmalı da! Senin de var, biliyorumdur da muhtemelen çoğunu ya da bileceğim! Ama emin ol, hiçbir acizliğini asla yüzüne vurmayacak kadarcık erdem sahibi oldum zamanla… Kendini rahat ve güvende hissedebilirsin! Ama en çok ihtiyaç duyduğum şey bil ki, benim de kendimi rahat ve güvende hissetmemdir… Yüzüme lütfen vurma, aciz olduğum şeyleri!

Sevmeyi çok severim; insanları, hayvanları, hayatı, çevremi ve muhtemelen seni de… Eğer sevilmekten ve özen gösterilmekten keyif almayacaksan, yine yanlış yerdesin! Eğer sevmek için kaybetmeye ihtiyaç duyanlardansan, lütfen benden uzak dur! Ben insanlara kaybetme korkusu aşılayıp, “huzursuzlukla beslenen yapay bir kalıcılık” yaratmayı reddettim! Arzulu değil, gönülden sevmeyi seviyorum. Delice sevmek değil niyetim, akıllıca sevmek… O sebeple de sevdiklerimin canını yakamıyorum çünkü kendi gönlüm yanıyor o zaman… Başka bir kadına ilgi veya heyecan hissettiğin anda, eğer o kadından uzaklaşamıyorsan, benden uzaklaş lütfen! Bil ki, ben bunu anlıyorumdur ve canım yanıyordur…

Sıra dışı bir kadın değilim! Son derece sıradan biriyim… En sevdiğim renk küçüklüğümden beri mavi idi, lisede yeşil de eklendi. Bende bulabileceğin şeyler ise muhtemelen heyecan verici şeyler olmayacak çünkü ben hayatıma giren insanlara manevi değerler katabilmeyi önemsiyorum… O sebeple, insanları ve anlattıkları hikayeleri dinlemeyi çok severim. En “samimi” hikayeler yaşlılarda olduğundan, nineler ve dedeler çok önemlidir benim için… İnsan ölüme yaklaştıkça yani yaşlanınca iyice, çok daha samimileşiyor bence. Ölüme yaklaşmak için illa ki yaşlanmaya gerek olmadığını düşünüyorum, işte o sebeple de gençliğin parıltısıyla ve kibriyle samimiyetin arka plana atılmaması gerektiğine inanıyorum…  

Ve bunları da o sebeple yazdım, samimiyetle...


Tesadüfler Kraliçesi

12 Eylül 2012 Çarşamba

Günebakan...


Gecen ait olma duygusunun ne kadar insani bir duygu olduğu üzerine bir şeyler okudum. "Upuzun ağaclar, bir yandan isiğa uzanirken, öte yandan derinlere kok salarlar..." diyordu. Ve çoğu zaman köksüzlüğüyle övünen ben, bazen de bana bunun ne kadar da şifalı gelmediğini düşündüm. Fazlasıyla mevcut olan vefa duygumun, derinlerde bir “kök” arayışından kaynaklandığını düşündüm. Bunu okurken Gökçeada-İstanbul yolundaydım ve üzerine düşünmek için kafamı kaldırdığımda alabildiğince sapsarı günebakan tarlalarından geçiyorduk… 

Biyoloji dersinde sözlüde en sevdiğim bitkiyi sormuştu bir keresinde Herr Baumer, orta ikideyken Almaya’da. Kendince espirili bir giriş yapacaktı, detayları hatırlamasam da yapraklarla ilgili bir konuydu. “Sonnenblumen, Herr Baumer” diye cevap vermiştim. Şaşırıp, “neden?” diye sormuştu Herr Baumer. “Benim geldiğim yerde onlardan çok var, arkadaşlarımı hatırlatıyorlar” demiştim. Maalesef konu yapraklardan sapmıştı ve Herr Baumer sözlü için istediği girişi yapamamıştı… En önünde oturduğum Gökçeada-İstanbul otobüsünde, düşünmek için kafamı kaldırıp pencereden baktığımda gördüğüm günebakanlar, Herr Baumer’i hatırlattı bana…

Geldiğim yere geri döndüm ve hala günebakanları çok seviyorum, fakat farklı bir maneviyatla. Seviyorum çünkü ışığa dönüyorlar yüzlerini ama yere de sabitler! Yüzlerini ışığa doğrulturken, topraktan güç alıyorlar aslında. Umut ederken, bir yere tutunmak gerektiğini simgelerler. Bilirler toprak ana bırakmaz onları kolay kolay, rüzgâr onları savuramaz kolay kolay, hoyratça estiği yöne. Onlar kök saldıkları yerde ışığı ararlar, rengârenk… Umut ederler güneşe ulaşmayı. Ama bilmezler güneşe asla ulaşamayacaklarını... 



Şanslı olan köklü günebakanlar keşfeder güneşin nerede oldugunu; yanında umutla ışığı arayan diğer köklü günebakan'a bakmaya başlar!  Bu şanslı köklü günebakanlar birbirlerine bakarlar köklerinden ayrılmadan, ışığı birbirlerinde ararlar ve güneş ikisine birden göz kırpar…  Ömürleri dolunca ise, hayatları boyunca peşinden koştukları güneşe yavaşça boyunlarını büküp, kafa kafaya vererek kökleriyle toprakta kaybolur bu şanslı olan köklü günebakanlar…   

Ama biz köksüzler aydınlığa dönerken yönümüzü, köklerimiz olmadığından havalanıyoruz semaya doğru. Güzel geliyor yükselmek havaya doğru başlarda. Ne güzel geliyor yavaş yavaş havaya doğru çıkmak. Olanı biteni tepeden izlemenin kibriyle bakıyoruz dünyaya, tek başımıza. Kendimizi ayrıcalıklı hissediyoruz, çünkü herkes oldukları yerde, kıpırdayamadan debelenirken ışığa doğru, biz ona adım adım yaklaşıyoruz gibi geliyor. Yükseliyoruz… Fakat esen en ufak bir rüzgârda alabora oluyoruz. Rüzgârın şiddeti savrulduğumuz yeri belirliyor. Köksüzlüğümüzü rüzgâr estiğinde anlayabiliyoruz ancak; savrulurken. Can çekişiyoruz savrulduğumuz ve düştüğümüz yerde…

Şanslı olan köksüz günebakanları bir bilge bulur ve özene bezene alıp onu toprağa eker, zaman zaman sular.  Çünkü biliyor bu bilge kökü olmayan canlı ışığı arayamaz, ışığa ulaşmanın umudunu sürdüremez gönlünde.  Bu bilge biliyor köksüz günebakanlar savrula savrula düştükleri yerde bükerler boyunlarını, solar çiçekleri…  Çünkü biliyor bu bilge yaşamın özünde kök salabilmek vardır, hayattan güç almak için, ışığı arayabilmek için…  

Benim bilgem kim bilemiyorum ama beni bulduğunda başka bir günebakanın yanına eksin isterim; ben onda, o bende ışığı arasın; ben onun, o benim yanımda derinlere kök salsın… Ve artık daha fazla savrulmayalım; ülkeden ülkeye, şehirden şehire, gönülden gönüle…

Tesadüfler Kraliçesi