Sene 2006… İTÜ bitmişti ve
okul bana dereceyle bitirdiğim için bir miktar para ve altın vermişti ödül olarak.
Onlarla Londra’ya dil kursuna gitmiştim, malum ITÜ mezunu olunca İngilizce’ ye
çok hakim olamıyor insan. Ben de bu eksikliğimin farkına varıp, Londra’ya kursa
gitmeye karar vermiştim, sağ olsun annemler de destek olmuşlardı. Londra’da
ilk 1 ay canımdan bezdiren bir İngiliz aile ile, son 1.5 ay da çok sevdiğim Brezilyalı
bir aile kalmıştım. Güzel bir tecrübeydi…
İngiliz aile Wimbledon diye çok güzel bir
muhitte yaşıyordu. Onlarla kalırken, kimseye bahsetmeye cesaret edememiştim o
zamanlar ama gerçekten çok bezmiştim. Bana gerçekten çok kötü davranmışlardı;
son derece hakir görüyorlardı ve ”immigrant” muamelesi yapmışlardı. Herhalde
hayatımda bu derece aşağılandığım nadir ortamlardan biri idi. Annemlere
telefonda her şeyin yolunda olduğunu söylüyordum ama aslında hiç öyle değildi.
O dönemde sigara kullanıyordum ve okuldan eve geldiğimde sigara içerdim kapının
önündeki otobüs durağında ya da hava güzelse çimlerin oldugu bir alan vardı
sokakta, oraya oturup sigara tüttürür ve bir şeyler okurdum. O zamanlar
Economist okumak ne mümkün, okuduğum şeyler İngilizce kelime ezberlemek için
verilen pratik kağıtlarıydı.
Her gün aynı saatte tekerlekli sandalyede
biri geçerdi sokaktan ve çok sık denk gelmeye başlamıştık. Bacakları ve kolları
yoktu, sadece gövdesi vardı yeniarkadaşımın, bir de tekerlekli sandalyesini kumanda edebilmek
için bir protez eli vardı. Sarışın, mavi gözlü, yaklaşık 40’lı yaşlarında ve
bir adet ufak köpeği vardı kucağında hep, onsuz hiç görmemiştim. Bir gün ben
sigara içerken selamlaştık ve sohbete başladık. Sağ olsun bana çok güzel
gülümsediğimi ve benim arkadaşımolmak istediğini söylemişti. Ben de
“tabii, neden olmasın” demiştim. Her gün aynı saatte ben sigara içerken o da
tekerlekli sandalyesiyle geçerdi ve biraz sohbet ederdik, 10-15 dak. Köpeğinden
başka arkadaşının olmadığını ve insanlarla “ fiziken tam” bir insan olmadığı
için sosyalleşmesinin zor olduğundan bahsetmişti.
İngiliz aileyi anlatmıştım ona… “Okulda da
kimseye memnuniyetsizliğimi anlatmadığımı, problem çocuk olmak istemediğimi”
söylemiştim. Beni okuldaki bu tarz işleri ayarlayan ofis ile konuşmaya o ikna
etmişti, sağ olsun. Gidip anlatmıştım okula ve beni sıcacık bir Brezilyalı
aileye vermişlerdi hemen. Nasıl güzel insanlardı… 60’lı yaşlarında iki tonton
insan, çocukları olmadığı için de birbirlerinden başka dayanakları yoktu. Öyle
anlatmıştı anne… Evde benim dışımda bir de Senegal’li bir kız vardı, müslümandı
ve 5 vakit namaz kılardı. Brezilyalı ailenin yanına taşınırken,
fiziken yarım olan yeni arkadaşım telefonumu almıştı ve taşınıyorum
diye çok üzülmüştü. Arada telefonlaşmıştık, bana halimi hatırımı sorardı. Benim
bu süre zarfında bir sürü yeni arkadaşım olmuştu tabii…
Türkiye’ye döneceğim hafta onu arayıp
vedalaşmıştım ve beni tekrar görmek istediğini söylemişti, bir şeyler içmek
için Wibledon’a çağırmıştı. “Tabii” dedim ve sözleştiğimiz günde ve saatte
gittim. Sanıyorum ki bir pub’a girecegiz, “hadi gel, şuraya oturalım”
dediğimde, bana “hayır, eve gidelim. Hem köpek ile almıyorlar, hem
de sandalye ile kendimi kötü hissediyorum insan içine girince” demişti. Ne
diyebilirdim ki? “Tamam” demiştim. Hayatımda bu derece korktuğum nadir anlardan
biriydi sanırım, sokakta tanıştığım ve hakkında hiçbir şey bilmediğim bir
adamın evine gidiyordum. Evde bana tecavüz etmek için bekleyen bir ordu olabilirdi,
bana bir şey yapabilirdi ya da yaptırabilirdi. Kimse oraya gittiğimi
bilmiyordu, dünyanın bir yerindeydim ve kimsem yoktu aslında yardım
isteyebileceğim eğer bir şey olursa. Bu ve bunlar gibi binlerce düşünce ile
kafamda yürüyorduk yolda. Aslında sadece ben yürüyordum…
Vardığımız ev 3 katlıydı ve engellilerin
merdiven çıkmak kullandığı açılır kapanan kapak vardı hemen merdivenin başında.
Salon ve mutfak vardı en alt katta. O kadar korkuyordum ki… Oturduk, sohbet
ettik, bana cola ikram etti. Balıklarını gösterdi. Kocaman bir akvaryumu vardı.
Eski sevgilisini anlattı, Polonyalı bir kadınmış. Kadının onunla parası için
birlikte olduğunu anlayınca, araları bozulmuş. Anlattı da anlattı… O
anlattıkça, benim korkum geçmişti. Sonra bana ona ne olduğunu merak edip
etmediğimi sordu. “Ediyorum ama cesaret edemiyorum sormaya belki konuşmak
istemiyorsundur belki özeldir diye sormuyorum” demiştim. Anlattı…
Bir haslalığa yakalanmış ama ismini su an hatırlamıyorum o esnada da pek
anlamamıştım zaten ve teşhisi konulamamış ya da çok geç konmuş. Yavaş yavaş
önce ayaklarını sonra kollarını kaybetmiş, arkadaşı yokmuş hiç. Kız kardeşi
arada geliyormuş ziyarete, ama genel olarak çok yalnızım demişti. "Köpeğim en
yakın dostum" demişti. Halinden utanır bir tavrı vardı, hafif mahçuptu bütün
bunları anlatırken. "Benim arkadaşım olmayı kabul ettiğin için çok teşekkür
ederim" demişti. İçim sızlamıştı, hem de nasıl sızlamıştı analatamam…
Kendimden de utanmıştım o esnada, o kadar iyi duygularla beni evine çağıran
birine, potansiyel “suçlu” etiketi yapıştırmıştım kafamda. Ama hala hep üzerine
giydiği asker deseni pantolona bir mana verememiştim…
Saat akşam dokuz buçuk oldugunda ben
gideyim artık demiştim, ve bu saatte metro ile gedemeyeceğimi kesinlikle taksi
dışında bir araca binmemem gerektiğini söylüyordu. “Ben hep metroya biniyorum,
daha geç de biniyorum, sorun değil gerçekten de” demiştim ama nafile. “Beni
üzme ve taksi ile git evine” demişti, çok şefkatli bir sesle. Kıramamıştım…
Hemen muhitin taksi durağından bir taksi çağırdı. Vedalaşıp, taksiye bindim
ben. Brezilyalı evime vardığımda, taksiden inerken parayı ödemek istediğimde,
taksi parasının ödendiğini söylemişti taksi şoförü. Tekrar kendimden ve evine
giderkenki düşüncelerimden dolayı utanmıştım…
Fakat bütün bu hikayede beni asıl şaşırtan
şey; taksi şoförünün bana yolda, yeni arkadaşımın savaş mağduru olduğunu söylemesiydi…
Kim bilir bana neden söyleyememişti? “Sen
de birilerini öldürdün mü?” sorusundan mı ürküyordu acaba?
